31 Aralık 2018 Pazartesi

YAHUDİLER VE TÜRKİYE

YAHUDİLER VE TÜRKİYE

 
Osmanlı Beylikten devlete; oradan medeniyete yükselirken; esnaf, tüccar, zenaatkar olarak; dil ve usül bilen diplomat olarak; fethedilen bölgelerdeki yerleşik kesimlerden ve özellikle de yahudilerden oldukça yararlanmış ve bunu bir devlet politikası olarak başarıyla uygulamıştır.
Bu alemde, tamamen hayır olan asla şer tarafı bulunmayan ve içinde risk taşımayan hiçbir girişim olmadığı gibi, Osmanlı'nın Yahudilerden ve diğer gayrı müslimlerden yararlanma siyasetleri, maalesef birçok suistimallere ve sinsi hıyanetlere de yol açmıştır.

Anadolu'da Türkler ve Yahudiler
Türkler ile Yahudilerin ilk teması muhtemelen Mezopotamya'da Irak Türkleriyle başlamıştır.
Talmut'ta rastlanan: ambar, küpe, küfe gibi Türkçe sözcükler Yahudilere büyük ihtimalle, bu temaslarla geçmiştir. Türklerin büyük kolu olan Oğuzlar; Göktürk İmparatorluğu dağıldıktan sonra Batıya göç ettiler. Adını Dukak bey'in oğlu Selçuk'tan alan Selçuklu Devleti, Tuğrul Bey tarafından 1038'de kuruldu. Selçuklular hem fethettikleri şehirlerdeki Yahudi cemaatlerini korudular, hem de Anadolu'da kurdukları düzenli ve özgürlükçü yönelimlerinde, Bizans'tan kaçarak kendilerine sığınan Yahudilere belli bir vergi karşılığında din, vicdan ve ticaret özgürlüğü tanıdılar.

Anadolu'nun çeşitli yerlerinde kurulan ve başlangıçta Selçukluların güvenliğini sağlayan uç beylikleri, Moğol istilası dolayısıyla Selçuklular zayıflayınca, birer birer bağımsızlıklarını ilan ettiler. Germiyanoğulları, Aydınoğulları, Hamitoğulları, Candaroğulları, Karesioğulları gibi... Yahudiler bu beyliklerin egemenliğinde de yaşamlarını sürdürdüler.
Osman Bey'in vefatından sonra yönetim Orhan Bey'e geçer. Bursa'nın fethinde burada yerleşik bir Yahudi cemaati olduğu görülür. Bursa'da Etzha-Hayim sinangokunun Orhan Bey'in emriyle yapıldığı bilinmektedir. Orhan Bey ticaret ve sanayide yetenekli insanlar olduğuna inandığı Yahudilere ilgi gösterir. Şam'dan Bizans'tan birçok Yahudi, Orhan Beyin çağrısına uyarak Bursa'ya gelir. Yahudi Mahallesi Bursa'da kurulup gelişir.
Murat Hüdavendigar, Edirne'yi fethettikten sonra, burada Rumca'dan başka bir lisan bilmeyen, fakir bir Yahudi cemaatini fark etmiştir. Türkler'in gelişini coşkuyla karşılayan bu cemaate Bursa'dan öğretmenler getirtip Türkçe öğretilir. Edirne'nin fethinden sonra Roma yönetiminde ezilen bazı Balkan ve Avrupa Yahudileri de buraya göç etmiştir.
Sultan II. Beyazıt döneminden (1942) itibaren İspanya ve Portekiz'den başlayan sığınma hareketleri ilk göçler değildir. 1376 Macaristan'dan, 1394 Fransa'dan kovulan Aşkenez Yahudilerin bir kısmı, Sultan II. Murat döneminde Osmanlı'ya sığındılar. 15. yüzyılın başlarında Sicilya'dan sürülen Yahudiler Osmanlı ülkesindeki Dobrovnik'e taşındılar. 1420'de Venedikli'ler şehri alınca Yahudiler selameti Edirne'ye kaçmakta buldular.
Sultan Fatih, İstanbul'u fethettiğinde, Haliç'in iki yakasında Yahudiler oturmaktaydı. Fatih onlara hiç dokunmadığı gibi, fetihten üç gün sonra Anadolu'daki cemaatlerine davet çıkarıp, onları İstanbul'a çağırdı. Fethin ikinci yılından itibaren binlerce Ya­hudi ailesi İstanbul'a gelerek yerleşti. Evliya Çelebi seyehatname'sinde Edirne'den gelenlerin (el halsetül-Yahudiyin el-Edirneviyin) adı verilen semte yerleştiklerini nakletmiştir. Fatih bir fermanla kuşatma sırasındaki işbirliklerine karşılık olarak din ve vicdan özgürlüklerini garantilemiş ve mevcut Sinagogların açılabileceğini ilân etmiştir...
Avrupa'da Yahudiler
Mark Alan Spain, Avrupa'daki Yahudilerin duru­munu şöyle özetler: "Osmanlı Devleti, Balkanlarda­ki hakimiyetini yerleştirmeye çalışırken, Orta ve Ba­tı Avrupa'da Yahudi cemaatleri arasında büyük bir huzursuzluk hüküm sürüyordu. Osmanlı toprakları Avrupalı Yahudiler için cazibe merkezi oldu. Bir­çok Yahudi ezildikleri Hıristiyan egemenliğini terk ederek, Osmanlı topraklarına göç ediyordu." 1376 Macaristan, 1394 Fransa, 15. yy. başlarında Si­cilya'dan kaçanlar, Dobrovnik, Selanik ve Edir­ne'ye sığındılar. 1470 yılında Ludvig tarafından Bavyara'dan kovulan Yahudiler de Osmanlı yurduna sığındılar.
İspanya Yahudileri
Yahudiler, kimine göre İberler, kimine göre Nabukadnezer döneminde İspanya'ya göçmüşlerdir. Ba­zılarına göre ise Yahudiler İspanya'ya, Suriye'li ve Finike'lilerin ticaret gemileri ile gelmişlerdir. Kesinlikle bilinen, Kudüs'ten Kaçan bazı Yahudilerin, Kuzey Af­rika'ya gittikleri, oradan da, 1420'de yarıma­daya geçip yerleştikleridir. Yarımadayı istila eden Vizigotlar 5. yy. sonunda Katolikliği benimseyince zorla Hıristiyanlaştırmalar başladı. Yahudiler baskılara rağmen direndiler. Vizigot egemenliği 711'de Kuzey Afrika'dan gelen Tarık Bin Ziyad komutanlığındaki Müslüman Araplar tarafından bitirildi. Tarık Bin Ziyad ele geçirdiği ilk kent Cordoba'da Hıristiyan zulmünden inleyen Yahudilere kucak açtı ve kentin muhafızlığını Yahudilere verdi. Daha sonra fethedi­len diğer İspanyol kentlerinin çoğuna yerel Yahudi cemaatleri muhafız yapıldı. Lucena gibi nüfusunun tamamı Yahudi olan kentler kuruldu. 756'da kuru­lan Endülüs Emevi Devleti'nde Yahudiler Müslü­man ve Hıristiyan'larla birlikte rahat ve huzur içinde yaşadılar.
Endülüs Hükümdarı Hakem II.'nin ölümünden sonra İmparatorluk çökmeye, küçük devletlere çözülmeye, Hıristiyan krallıklar güçlenmeye başladılar. Cordoba Yahudi­leri kenti terk ederek, Granada, Sevilla ve Zaragoza'ya göçmeye başladılar. 1301'den itibaren, Emeviler yerlerini Endülüs Beyliklerine terk etmeye başladılar. Bunların en önemlisi, başkenti Granada olan Ben'i Ahmer Devleti idi. Burada Müslümanlar ve Yahudiler ortak öyle bir uygarlık kurdular ki, bazı Arap tarihçiler Granada'daki yaşamı tarif ederken, şöyle derler: Yahudilerin muhteşem yaşamlarını görmeyenler, görkem ne­dir bilmiyor demektir." Bu görkem İspanya'daki Müslüman egemenliğini zayıflaması ve ülkenin bölüm bölüm Katolik İspanyolların eline geçmesiy­le son buldu.
Hıristiyan İspanya'da, Yahudilere Karşı ilk olaylar 1109'da Toledo'da başladı. 1250 de Kan İftirası olayı yaşandı. 1340'da Aragon Kralı Yahudilerin ticaretini kısıtladı, 1391'de Sevilla Yahudi mahallesi ateşe ve­rildi; Birçok Yahudi cemaati tümden silindi; Cordoba, Barcelona cemaatleri tamamen ortadan kalktı; 1496'da Kastilya'lı İsabella ile Aragon Kralı Perdinand evlendi ve Yahudilerle ilgili konular Engizisyon mahkemesine taşındı. 1483'ten itibaren Hıristiyanlığı kabule yanaşmayan Yahudiler kovulmaya başlandı; 1485 yılında baş engizitör Tray Thomas de Torguemada döneminde 13000 Yahudi yakılarak idam edildi; son Müslüman kalesi Granada'nın 1492'de düşmesiyle Müslü­manların İspanya'daki 781 yıllık tarihi sona erdi;
İspanya Müslümanları ve Yahudileri için yeni bir sayfa
Kraliçe İsabella ve Kral Ferdinand 1492 tarihli bir kovma fermanını imzaladılar ve yayımladılar. "Kral­lık sınırları içinde yaşayan Yahudilerin, karılarının, çocuklarının ve hizmetkarları­nın; yaşları ne olursa olsun, temmuz ayı so­nuna kadar, ülkeyi terk etmelerine ve bir daha dönmemelerine karar verilmiştir. İyice düşündükten salim kafa ile mütalaa ettikten sonra, emrediyoruz ki: Krallığımızda yaşayan tüm Yahudiler kovulsun ve bir daha hiç dönmesinler." "Kral Ferdinand ve İsabella'nın evlenmelerini sağlayan, hatta düğünle­ri için maddi yardımda bulunan Don İshak Abravanel ile saray haznedarı Don Abraham Senor'un yalvarmaları da yeterli olmadı. Bu Kişiler Yahudilerin İspan­ya'da 'kalmaları karşılığında hazineye 30.000 altın duka bağışlamaları önerisi üzerine baş engizitör kra­la fırsat bırakmadan "Judes (Hz. İsa'ya hıyanet eden başyardımcısı Yahuda İşkaryod) Peygamberimizi 30 gümüş sikkeye sattı. Siz de şimdi 30.000 dukaya mı satmak istiyorsunuz, altınlarınızı alın!" diye bağırarak, elindeki haçı Kralın ayağına fırlattı. Kralın verdiği son ödün; süreyi bir ay uzatmaktan ibaret kaldı.
1492 göçünde yaklaşık 150.000 aile sürgün ettiril­di. İspanya'yı terk eden Yahudilerin bir kısmı Porte­kiz'e gittiler. Sonra onlar da 1498'de Osmanlı top­raklarına göç ettiler. Bir kısmı Hıristiyanlığı zorla ka­bule zorlanan havar Krallığı'na sığındılar. Bir kısmı günümüz Fas Krallığı sahillerine taşındılar.
 "Kimileri de Genova'lı denizciler tarafından soyulup denize atıldı bir kısmı da esir olarak korsanlara satıldı. O günlerde tek bir ülke; Osmanlı İmparatorluğu, bu göçmenlere kucak açıyordu. 5ultan II. Beyazıt tüm eyalet yöneticilerine yayımladığı emirle: "İspanya Yahudilerini, herkesin içtenlikle kar­şılamasını, kötülük yapıp zarar verenlerin idam edileceğini bildiriyordu."
Kemal Reis kumandasındaki Osmanlı Kadırgaları Kadiz ve limanlarında bekleyen göçmenleri Osmanlı yurduna taşımaya başladılar. İlk cemaatler İstanbul, Edirne ve Selanik'te yerleşip örgütlendi. Ayrıca İzmir, Manisa, Bursa, Gelibolu, Amasya, Patros, Porfuk, Larissa, Manastır'a yerleştirildiler. Selanik'te İspanyol göçmenlerin etkisi o kadar fazlaydı ki, diğer ülkelerden gelenler mecburen İspanyolca öğreniyorlardı. İstanbul Yahudi Cemaati ise; Sefarad'ların eklenmesiyle 30.000'i aşkın nüfusu ile tüm Avrupa'nın en önemli Yahudi merkezi konumumdaydı. 1497 - 1498 yıllarında Portekiz göçmenleri de İspanyol din kardeşleri gibi Osmanlı'ya sığınmıştır. Bundan sonra Yahudilerin Osmanlı içindeki durumları hiçbir engellemeye uğramadan Cumhuriyete, oradan da bugünlere taşındı.[1] Üstelik İspanya'daki mazlum Müslümanları Anadolu'ya taşımak üzere gönderilen Kemal Reisin, sandıklar dolusu altın rüşvet alarak onların yerine Yahudileri gemilere doldurup getirdiği ve bu yüzden idam edildiği iddiaları da, tarih divanında yerini aldı.
Gizli ve Organizeli Bir Cemaat: Sabataistler
 AŞAĞIDAKİ bilgiler dünyaca ünlü Wikipedia ansiklopedisinden alınmıştır. Arzu edenler internette bu siteye müracaat edebilirler.
(1) 1676'dan sonra, ruhanî reisleri gibi İslâm dinine geçen fakat gizlice messianik Yahudilik dinine bağlı kalan 200 aile Selanik'e yerleştiler.
(2) Bu cemaatin mensupları Türk isimleri aldılar ve çevrelerinde kendilerini su katılmadık Müslüman olarak gösterdiler.
(3) Bu kripto-Yahudi cemaati, içindeki çekişmeler yüzünden üç alt-gruba bölündüler.
(4) Kendi aralarında evlendikleri için kimliklerini bugüne kadar koruyabildiler.
(5)Selanik'in 1912'de Yunanistan'a bağlanmasından sonra İstanbul'a göç ettiler ve cemaatlerinin yapısını devam ettirdiler.
(6) Bugünkü sayıları 20 bin olarak tahmin ediliyor. 10 bin Kapancı, 7 bin Karakaş, 3 bin Yakubi. Fakat bu konuda doğru rakamlar elde etmek mümkün değildir, çünkü onlar resmen var değildirler, resmî sicil ve kayıtlarda Müslüman olarak görünmektedirler.
(7) Bu cemaat çağdaş Türkiye'nin sosyal, kültürel ve siyasî hayatına önemli kişiler vermiştir.
(8) Belli başlıları: Doktor Nazım ve Maliye Nazırı Cavit beyler. (Cemaatin, içinde iyice yuvalanmış olduğu İttihad ve Terakki Partisi'nin başta gelen şahsiyetleri Atatürk'e karşı İzmir suikastını tertiplediler ve yakalanıp idam edildiler.) HasanTahsin (1919-1922 Türk-Yunan savaşının kahraman gösterilenlerinden). Coşkun Kırca (1995'te Dışişleri Bakanı). İsmail Cem (Dışişleri Bakanı). Sabiha Sertel (Türk Komünist Partisi'nin lideri). Halil Bezmen (İşadamı). Halide Edib Adıvar (Yazar). Cevat Şakir (Yazar). Ahmet Emin Yalman (Gazeteci). Sedat Simavi (Gazeteci). Abdi İpekçi (1979'da Mehmet Ali Ağca tarafından öldürülen gazeteci). N.M.A. (Tiyatro sanatçısı). Madam E.... E.... (Aktris). Cemil İpekçi (Modacı). Azra Erhat (Yazar). Atatürk'ün özel doktoru Mim Kemal Öke.
(9) İstanbul'da Teşvikiye Camii'nde çoğunlukla cenazelerde bir araya gelirler.
(10) Ölülerini Üsküdar'da Bülbülderesi mezarlığına gömerler.
(11) Bu kabristanda cemaatin üç klanının (alt-grubunun) yerleri ayrıdır. Mezar taşlarında "Derdimi açıklamadım, sakladım, içime gömdüm" mealinde yazılar bulunur. Gizli din taşıdıklarını böylece belirtirler.
(12) Işık ve Terakki liseleri 19'uncu yüzyılda Selanik'te kurulmuş, 1912'den sonra İstanbul'a nakledilmiştir. Başlangıçta bunlar cemaat mensuplarına münhasır idi, 1960'dan sonra yandaşlarının çocuklarını da kaydederler.
(13) Teşvikiye'de "Ortaevi" adı verilen bir tapınakları bulunur. Bunun başındaki hahama "Ogan" derler.
(14) Güneş doğarken denize dönerler ve Ladino diliyle bir dua okurlar. Bu dua "Sabbatai Tsevi, esperamos e ti" (Sabatay Sevi, seni bekliyoruz) diye başlar. Cemaatin dinî uygulaması gerilemektedir, sadece yaşlı kişiler devam ettirirler.
(15) Cemaat özellikle kendi aralarında evlenirler ve ensest (aile içi) cinsi ilişkilere yönelirler
(16) (Kanunları ihlâl mahiyetinde olacağı için önemli bir bilgiyi veremiyorum.)
(17) Cemaatin kendisine mahsus yemek ve mutfak gelenekleri bulunmaktadır. Senenin bazı zamanlarında kuzu eti tüketmezler.
(18) Cemaatin Türk Farmasonluğunda önemli payı ve yeri vardır. İlk Türk Mason locasını 19'uncu asrın sonlarında Selanik'te teşkil ettiler.
(19) En önemli cemaat tapınağı Selanik'teki Yeni Camii'dir. Halen arkeoloji müzesi olarak hizmetlerini sürdürürler.
Wikipedia (fr.) ansiklopedisindeki bu bilgilerin bazı doğrultmalara ve eklemelere ihtiyacı vardır.
Türkiye'deki kripto-yahudilerin sayısının 1,5 milyon olduğu iddia edilmektedir. Bu sayının tamamı tabiî ki, yukarıda zikri geçen cemaate mensup değildir.
Bu cemaatin Bakırköy'de, Büyükada'da, Etiler'de de tapınakları bulunduğu bilinmektedir.
Kendisine, ücret gibi ödül verilen ve ihya edilen zat da bu cemaattendir.
Türkiye'nin son 200 yıllık tarihindeki ihtilâl, inkılap, darbe hareketlerinde bu cemaatin büyük etkisi bilinmektedir.
Türkiye Cumhuriyeti tarafından yayınlanmış olan Türk Ansiklopedisinde ve İslâm Ansiklopedisinde bu cemaat hakkında hayli bilgi verilmektedir. Merak edenler o kaynaklara müracaat edebilir.
Bu cemaat mensuplarının iki ismi olduğu iddia edilmektedir. Zâhirdeki Türk ve Müslüman ismi, bir de Yahudi ismi. (İsmail... Şmoil...)
Medyada, Büyük Finansta, bankalarda, büyük sanayi ve ticaret kuruluşlarında, üniversitelerde, diplomaside dehşetli güce sahiptirler.
Bazı kriptolar son derece agresif ve militan İslâm ve Müslüman düşmanıdır. (Böyle olmayanlara bir şey dediğimiz yoktur.)
Aleviliğe ve Bektaşiliğe sızmışlardır.
Bazı Sünnî tarikat ve cemaatlere el atmışlardır. Özellikle Erbakan korkuları ve karşıtlıklarını hep açığa vurmuşlardır.
Konunun uzmanları bu cemaat mensuplarını isimlerinden ve soyadlarından yüzde doksan tanımaktadır.
Türk ve Müslüman kimliğine hepsi karşıdır.
İslâm'a karşı, İslâm'a zıt, anti-klerikal bir Türkçülük ve milliyetçilik uydurmuşlardır.
Başörtüsü krizini kördüğüm haline getirmiş olup bu konuda çare ve çözüm üretilmesine ve bir uzlaşma olmasına karşı çıkılmaktadır.
Bunlardan biri New York'ta, Ermeni asıllı bir dostuna "Biz Yahudiler 20'nci yüzyılda iki devlet kurduk...." demiştir. (Daha sonra dostlukları bozulmuştur.) Ve Türkiye Cumhuriyetini bir siyon devleti saymış ve sanmışlar ama Mustafa Kemal tarafından oyalandıklarını ve aldatıldıklarını anlayınca dozu arttırılan saligıranla zehirlenip, ölümüne yol açmışlardır.
Bu cemaat konusunda bütün büyük ansiklopedilerde bilgi bulunmaktadır, hayli ilmî araştırma da yapılmıştır. Buna rağmen cemaat ileri gelenleri bu konunun medyada dile getirilmesinden hiç hoşlanmazlar. Varlıklarının temeli gizlilik ve takiyye üzerine dayanır.
Ülkemizdeki insan hakları ihlâllerinin ardında bu cemaate mensup militanlar bulunmaktadır.
Temel prensipleri "Benzeme, benzet"tir. Türklerin ve Müslümanların bir kısmını kendilerine benzetmişlerdir. Bunlara "Benzetilmişler" tabiri uymaktadır.
Son derece sinsidirler, gizlidirler ve acımasızdırlar.[2]
İşte bu Yahudilerin bir kısmı, en zor anlarında kendilerine kucak açan ve sahip çıkan Osmanlı Devletine ve Türkiye Cumhuriyetine, maalesef hıyanet etmekten geri durmadı. Avrupa'daki, Rusya'daki, Amerika'daki ve Ortadoğudaki siyonist Yahudilerle işbirliği yapıp, "Türkiye'yi dağıtma ve Büyük İsrail'e katma" projesine destek çıkıldı ve maalesef bütün kaos ve kargaşaların ve her iki Dünya savaşının altında da bunlar vardı.
ABD'nin vahşi kovboy stratejisi hayırlı neticelere vesile oluyor; Rusya güçleniyor, AB zorlanıyor.
Dr. Nejat Tarıkçının da, Jeopolitikte ifade ettiği gibi siyonist sömürü saltanatı sallanmaktaydı ve Amerika sıkıntıdaydı:
Dünyamızın başına gelen en büyük 'savaşlar Avrupa'da patlak vermiştir. Avrupa coğrafyası, Yedi Yıl, Otuz Yıl, Yüzyıl, Birinci ve İkinci Dünya Savaşları gibi hem kıta­nın hem de dünyamızın kaderini değiştiren facialar ve savaşlar bu coğrafyada körüklenmiştir. Barbar Batı Medeniyetinin başlangıç noktası olan bu kıtada meydana gelen her türlü istikrarsızlık dünya düzenini tehdit etmektedir. Bugün bin yıllık tarihindeki en istikrarlı ve fonksiyonel yapıya kavuşmuş olan Avrupa, Soğuk Savaş'tan sonra meydana gelen ani jeopolitik değişimlere intibak edememiştir. Anayasa ve askeri güçten yoksun olarak AB, federal bir yapıya kavuşamadığından, etkin ve bağımsız bir dünya gücü haline gelememiş, veya ABD'nin ve onun Avrupa'daki açık ve gizli müttefik­leri tarafından engellenmiştir.
AB'nin genişleme süreci ise, ABD çıkarları doğrultusunda NATO'nun genişlemesine paralel yürütüldüğünden, genişlemenin yükü AB'de, askeri ve stratejik avantajları ABD'de kalmıştır. 1935'den beri bir dolarlık ABD banknotunun üzerinde yer alan ve siyonist ABD'nin kuruluşunu sem­bolize eden "Novus Ordo Seclorum" (Çağla­rın Yeni Düzeni), Soğuk Savaş sonrası daha geniş bir alanda askeri güç kullanılarak şekillen­dirilmeye çalışılmaktadır. Çünkü ABD'yi yöne­tenler, Amerika kıtasının kaynaklarının artık ABD için yetersiz olduğunu iddia etmektedirler. 1990'da kolları budanan Sovyet Rusya, Putin'in iktidara gelmesiyle ABD'nin yönetimindeki küre­sel finans sisteminin kontrolüne girmekten kur­tulmuş, aksine ABD karşısında yeniden bir den­ge unsuru haline gelmiştir. Sovyetler Birliğinin yıkılması için ABD ve yandaşları tarafından kullanılan ekonomik ve kültürel tuzakların, tekrar kullanılmasına Putin yönetimi geçit vermemektedir. Bu nedenle, Putin, milliyetçilik­ten, muhafazakarlığa, demokrasi düşmanlığın­dan kapalı ekonomistliğe kadar her şekilde emperyalist Batı tarafından şiddetle eleştirilmektedir. AB ise yeni katılan son 10 üyenin hazım zorluklarına ilave olarak, ABD ve Çin'in de küresel ekonomik dü­zendeki etkileri ile; ekonomik, yönetimsel, sosyal ve güvenlik yönüyle bir çıkmaza girmiştir. Yani AB bile artık Küreselleşmeden olumsuz yönde etkilenmeye ve bunu açıkça dile getirmeye başlamıştır. Bunları yazmaktan amacımız: AB'nin radikal reform ihtiyacı gösteren açmazlarını ortaya ko­yarken, yükselen Rusya-ABD stra­tejik mücadelesinin AB'ye ve Türkiye'ye olabile­cek etkilerini ortaya koymaya çalışmaktır.
Avrupa Birliği'nin Sıkıntıları
AB'nin en yetkili kişilerinden biri olan Ge­nişleme Genel Müdürü Fabrizio Barbaso Küreselleşmeden şöyle şikayet etmektedir: Küre­selleşme, bizim sosyal modelimizi giderek artan bir olumsuzlukla tehdit etmektedir. Düşük ücretler, sosyal ve yaşamsal stan­dartlardaki ani düşüş, yüksek vergilen­dirme, finansal ve teknolojik gücün ağırlık kazanması, faktör pazarların esnekliği ve göçmen akışının yarattığı güçlü rekabetçi baskı buna sebep olmaktadır.
Diğer taraftan, nisbi olarak düşen ekonomik büyüme hızı, önlenemeyen işsizlik ve demografik değişikliklerin do­ğurduğu sorunlar, yönetimleri ve onların dayandığı hukuki yapıyı erozyona uğrata­rak AB'nin demokratik sistemini de tehdit eder hale gelmiştir.

 
Bu değerlendirmelerin somut örnekleri olarak;
• Fransa'da varoşların ve gençlerin ayaklanması,
• Belçika,  Slovakya ve Avusturya'daki gelir dağılımı bozukluğu, yaygın işsiz­lik ve yoksulluk,
• AB ülkelerinin çoğunda, emeklilik yaşının yükseltilmesi, işçi ücretlerinin düşürülmesi, sigorta primlerinin artı­rılması,
• AB üyesi olmasına rağmen birçok ül­keye karşı serbest dolaşımın yasak­lanması gösterilebilir.
Fransa'daki Siyonist merkezlerin körüklediği etnik kökenli olaylar 300 şehir ve kasabaya yayılmış, 9.000 araç yakılmış, iş yerleri, okullar ateşe verilmiş ve hatta polise ateş açılmıştır. Olaylarda 130'dan fazla polis yaralanmış, çoğu kuzey Afrikalı ve Sahra Afrikası'ndan yüzlerce göçmen genç tutuklan­mıştır. Fransa yönetimi gerçekten önemli bir yönetim zafiyeti yaşamış, İçişleri Bakanı Sarkozy'nin şiddet yanlısı ve tavizsiz tutumu kamuoyunda büyük destek bulmuştur. Bu tu­tum, Fransa'daki demokrasi sınırlarının sorgu­lanmasına neden olmuştur.
Diğer taraftan, yükselen petrol ve doğal gaz fiyatları karşısında enerji güvenlikleri tehli­keye giren AB üyeleri, şimdi şaşkınlık içinde, bağımsız çözümler aramaya başlamışlardır. Ortak bir enerji güvenlik politikasının sağlanması çabalarına kimse kulak asmamaktadır. Almanya-Rusya stratejik ortaklığı, Rusya'dan Baltık Denizi yo­luyla doğrudan Almanya'ya ulaşan bir doğalgaz hattı projesinin hayata geçirilmesini sağlamıştır. Bu hatta Polonya, Litvanya, Letonya, Estonya şiddetle karşı çıkmışlar ve AB ve NATO üyesi olarak ihanete uğradıklarını söylemişlerdir. Uk­rayna üzerinden Avrupa'ya ulaşan eski doğal gaz boru hattının güvenilirliği ise son Ukrayna-Rusya doğal gaz krizinde olumsuz not almıştır. Avrupa'yı besleyecek Türkmen gazının da %30'nu satın alan Rusya, Avrupa'yı büyük ölçü­de enerji bakımından kendine bağımlı hale ge­tirmiştir. Batı yanlısı bir çizgide kalmaya devam etmesi halinde, müteakip projelerde Rusya'nın Ukrayna'yı by-pass etme olasılığı son derece yüksektir.
Küreselleşmenin yarattığı ekonomik ve sosyal zorluklar, uzun süren tartışmalardan sonra kerhen onaylanan 2007-2013 AB bütçesi­ne de yansımıştır. Bu çerçevede tarımda uygu­lanan sübvansiyonların önemli derecede kısıt­lanması, yakın gelecekte AB'nin tarım çalışanla­rının da sosyal durumlarını olumsuz yönde etkileyecektir. Ayrıca işçilerin göreceli olarak düşen ücretlerinin doğurduğu sosyal sorunlar ve ye­tişmiş uzman (Doktor, mühendis, profesör...) elemanların da AB dışında çalışmaya başlama­ları, AB projesinin çatırdamaya başladığını gös­termektedir. Gelişen olumsuz ekonomik tablo­nun, Eurozone'un daha fazla genişlemesini de engellemesi beklenmektedir. (Erbakan Hoca'nın tabiriyle, freni patlamış ve kontrolden çıkıp uçuruma doğru yuvarlanmaya başlamış bir AB dolmuşuna binmek isteyen AKP, Türkiye'yi intihara sürüklemektedir.)
AB Komisyonunun genişlemeden sorumlu üyesi Ollie Rehn ise; AB'nin içinde bulunduğu ekonomik ve politik çıkmazı şöyle ifade etmek­tedir: Bu gün AB içinde birleştirici bir mal­zeme yoktur. Onun yerine genişletilmiş bir ekonomik boşluğa sahibiz. AB, her­hangi bir politik beklentisi ve ümidi olma­yan bir gümrükler birliği haline gelmiştir. AB'nin federasyonistleri şimdi köşeye sıkıştırılmış ve sesleri kısılmıştır ve işitilmemektedir.
AB'nin daha yüksek büyüme hızına, daha fazla iş alanına ve daha fonksiyonel bir yapıya ihtiyacı vardır."
Doğal olarak: bütün ülkeler barış döneminde savaşa hazırlanırlar. 2007-2013 bütçe tartışmalarıyla su yüzüne çıkan Avrupa'daki bu politik durum, geçen asrın başındaki I. Dünya Savaşı'ndan hemen önceki sahneye benzemektedir. İngilte­re'ye karşı, Paris-Almanya eksenindeki daya­nışma, AB bütçesinin onaylanmasını sağlayabil­miştir. Bundan daha da vahim olmak üzere, eski komünist yeni AB ve NATO üyesi Baltık Devlet­lerinin bazı politikacıları ise, Polonya ve kendile­rini by-pass eden Rusya-Almanya direkt doğal gaz boru hattı anlaşmasını 1939 yılında Rusya ile Almanya arasında yapılan anlaşmaya benzetmektedirler. Bu anlaşma gereğince Rusya ve Almanya 1940 yılında Polonya ve Baltık ül­kelerini işgal etmişlerdi.
AB içindeki diğer bir kırılma noktası da yıllardır devam eden bütçe açıklarının AB kriteri olan %3'ün altına düşürülememesidir. Komisyo­nun yazılı ve sözlü ikazlarına rağmen, başta Almanya, Fransa ve İtalya olmak üzere bu ku­ralın ihlali devam etmektedir. Çünkü büyümeyi engelleyen ve dolayısıyla sosyal yapıda sıkıntı yaratan bu kısıtlama konusunda ülkeler, mili çıkarlarını AB kurallarına tercih etmektedirler.
Netice olarak, AB'nin içine düştüğü ekonomik sıkıntılar arttıkça, politik alanda da bir çözülmeye doğru gittiğini söyleyebiliriz. Bu çerçevede, mevcut durumun daha da kötüleşmesini önlemek ama­cıyla, geleceğin Fransa Cumhurbaşkanı adayı Nicholas Sarkozy de Türkiye'ye Stratejik Or­taklık teklif edilmesini, son aşamaya gelmiş Bulgaristan ve Romanya'dan sonra AB'nin genişlemesinin durdurulmasını talep etmektedir.
Yahudi lobilerinin adamı Barbaso ise; Türkiye AB ilişkileri hakkında daha gerçekçi ve endişeli açıklama ve değerlendirmeler yapmıştır; Genişleme konusunda, Balkan­lardaki ülkelere ve Türkiye'ye verilen sözlerin tutulmaması, aşırı geciktirilmesi veya taahhütlerin sürekli değiştirilmesi Avrupa'nın güvenliği üzerinde büyük istik­rarsızlıklar yaratacak ve AB'nin uluslara­rası güvenilirliğini zedeleyecektir." Bu de­ğerlendirme bir çöküş ve çözülüş sinyalidir. Ancak AB'nin politik yapısı aynı yönde hareket edebilecek bir yapıda değildir. Türk ve Müslü­man kimliğini iç politik nedenlerle kullanan birçok AB ülkesi, Türkiye'nin üyelik önceliğini sü­rekli ertelemek veya üyelik dışı bir perspektife bağlamak istemektedir.
ABD'nin Avrupa Stratejisi
AB'nin içinde bulunduğu politik ve eko­nomik zafiyet, ABD'nin Avrupa stratejisini kolaylaştırmaktadır. Avrupa'nın motor güçleri olan Fransa ve Almanya'nın, ABD ile uyuşmayan glo­bal ve bölgesel politikaları karşısında, ABD; NATO, İngiltere ve ikili stratejik ilişkiler enstrü­manlarını kullanarak Avrupa'yı, kontrol altında tutmaktadır. ABD'nin Avrupa stratejisinin ana hedefleri şunlardır;
• Soğuk Savaş'ın sona ermesini takiben ortadan kalkan Avrupa'daki Rus etki­sinin yeniden canlanmasına fırsat vermemek,
• Rusya'nın Karadeniz'deki askeri stra­tejik konumunu tamamen dizginlemek,
• Euro kullanım bölgesinin genişlemesini önlemek,
• AB'nin global ve bölgesel bir güç hali­ne gelmesini engellemek,
• AB-Çin ilişkilerini kontrol altında tutmak (Ve bu iki gücün siyonizmin denetimi dışında gelişmesini ve işbirliğine girişmesini sabote etmek)
Bu strateji kapsamında ABD, AB ülkele­rinden Danimarka, Baltık ülkeleri, Polonya, Slovakya, İngiltere, İrlanda ve 2007'de üye olacak Bulgaristan, Romanya ile ekonomik ve güvenlik alanında ikili stratejik ilişkilere ve bağ­lantılara sahiptir. Örneğin, Hava Kuvvetleri ol­mayan Baltık ülkelerinin hava savunması Litvanya'daki askeri meydan kullanılarak 2005 yılından beri NATO tarafından rotasyon usulü ile sağlanmaktadır. 01 Ocak 2006 tarihinde bu gö­reve Polonya sekiz uçak ve 69 kişilik personelle göreve başlamıştır. 01 Nisan 2006 tarihinden itibaren bu görev Türk Hava Kuvvetlerine geç­miştir. Ermeni soykırımını parlamentosunda kabul eden Letonya'nın da hava savunmasının Türkiye tarafından yapılması, Türkiye'nin, ittifak ilişkilerinde milli çıkarları ile bağdaştıracak bir politika izleyemediğini göstermektedir. (Bu nedenle milli ve haysiyetli bir duruş sergilenmemektedir.)
ABD Çin'i sadece Pasifik bölgesindeki ulu­sal çıkarları için değil, global seviyede bir tehdit olarak ta algılamaktadır. Çünkü Çin, bulunduğu bölgeye ilave olarak, bir yandan Avrasya bir yandan da Avrupa eksenli ekonomik ve askeri ilişkilerini süratle stratejik seviyeye çıkarmakta­dır. Bu nedenle, 1989 yılında Pekin'in Tiannamen Meydanı'nda göstericilere ateş açıl­ması bahanesiyle ABD ve AB tarafından başlatılan silah ambargosu hala devam etmektedir. Almanya, Fransa ve Çekoslovakya ekonomik çıkarlarını olumsuz yönde etkilemeye başlayan bu ambargonun kaldırılmasını istemektedirler. Ancak ABD, Pasifik bölgesindeki askeri denge­nin değişebileceğini ileri sürerek buna karşı çıkmaktadır. Geçen sene ABD; NATO ve AB üyesi olan Çek Cumhuriyetine baskı uygulaya­rak, gelişmiş radar sistemlerinin Çin'e satılması­nı ön gören bir planın geri çekilmesini sağlamış­tır. Artık ABD tarafından tek yanlı politik bir çekişmeye dönüştürülen silah ambargosu hak­kında Çin Başbakanı şöyle konuşmuştur; "AB'nin Çin'e karşı 16 yıldır devam eden silah ambargosu çağdışıdır ve kaldırılmalıdır. Bu ambargo Soğuk Savaş'ın bir ürü­nüdür ve Çin ile AB arasındaki anlamlı stratejik ortaklıkla uyuşmamaktadır."
Rusya'nın Karşı koyma Stra­tejisi
Rusya, Sovyetler Birliğinin çöküşünü bir daha yaşamamak için, Batı'nın ekonomik, askeri ve politik stratejilerine karşı kendi stratejilerini geliştirmekte ve yürütmektedir. Rusya'nın stratejisi bu defa Küresel ekonomik şartlara uyumludur ve başarı vaad etmektedir. Çünkü Batı'nın kullandığı stratejik enstrümanları çok iyi değerlendirmekte ve analiz edebilmektedir. Son beş yıldır, Orta Asya devletleri üzerinde gelişmekte olan ABD ve AB etkisini durdurmuş ve geriletme aşamasına getirmiştir. Diğer taraftan AB'nin Rus­ya'ya olan enerji bağımlılığını kullanarak bölge­sel ve global sorunlarda, AB'nin politik ağırlığı­nın ABD'ye kaymasını engellemiştir. Özellikle BM Güvenlik Konseyi üyesi Fransa'nın politik desteği Avrupalı diğer Konsey üyesi İngiltere'yi dengelemektedir. AB içinde en sıkı ekonomik, ticari ve teknolojik işbirliği içinde olduğu Almanya'nın ve Asya'nın yükselen gücü Hindistan'ın BM Güven­lik Konseyi üyesi olması, Rusya'yı dünya çapın­daki politik ağırlığını büyük ölçüde artıracaktır. ABD'nin, BM tarafından sunulan yeniden yapı­lanmaya karşı çıkmasının nedeni budur. Diğer taraftan Rusya'nın yeni stratejisinde dikkati çeken en önemli husus, Rus ulusal şirketleri vasıtasıyla dünya çapında enerji işbirliğini he­deflemiş olmasıdır. 

Bu çerçevede Venezuela'dan Libya'ya, Endenozya'dan Suriye ve Irak'a kadar dünyanın her yerinde petrol arama ve üretim anlaşmaları yapmıştır. Rusya, ABD'nin Rusya'nın ulusal çı­karlarına karşı uyguladığı, doğrudan veya do­laylı stratejik girişimlere karşı süratle karşı ted­birler alırken, AB ile de ikili ilişkilerini her alanda geliştirmektedir. Dünyayı yeniden iki kutuplu hale getirmek için Rusya'nın girişim ve uygula­malarını şöyle sıralayabiliriz.


• Rusya, Batı Avrupa'ya nükleer sant­rallerde kullanılan yakıt çubuklarını sağlayacak anlaşmayı 2020 yılına ka­dar uzatmayı kabul etmiştir.
• Petrol ihtiyacının %20'sini Ortadoğu'dan sağlayan ABD'ye daha fazla petrol satmayı önermiştir.
Rus Tatneft ve Milli Petrol Şirketi Libya'da 2.000 km2 alanda petrol arama ve geliştirme anlaşması imza­lamıştır. Tatneft böylece üretim karşı­lığı petrol arayan ilk Rus şirketidir.
• Büyük ölçüde Rusya'nın stratejik kontrolündeki Kazak petrolünü Çin'e taşıyacak olan 962 km. uzunluğundaki boru hattı 10 ay gibi çok kısa zaman­da bitirilmiştir.
• Dünya'nın iki numaralı petrol sağlayı­cısı olarak Rusya, enerji alanındaki egemenliğini sürdürmektedir.
• Ortadoğu, Afrika ve Uzakdoğu ülkeleri ile ekonomik ve güvenlik alanlarındaki işbirliğini giderek genişletmektedir.
• Askeri gücünü modernize etmeye de­vam eden Rusya, uçuş esnasında ro­tasını değiştirebilen Topol-M kısa adlı, kıtalar arası balistik füzeyi başarıyla denemiştir.
• Rusya'daki faaliyetlerini ulusal güvenliğe aykırı olarak değerlendirdiği Siyonist sermayenin güdümündeki 4500 NGO'nun faaliyetlerini kısıtlayan yeni bir yasayı kabul etmiştir.

Stratejik işletmelerin kamulaştırılma­sına ve mevcutların korunmasına de­vam edileceği açıklanmıştır. İşletme­lerin Stratejik olma kriterleri olarak ulusal güvenlik ve savunmaya olan katkılarının esas alınacağı açıklanmış­tır. Daha liberal ekonomik uygulamadan yana olan ve küresel sömürü sermayesiyle yakınlığı bulunan ekonomik danışman Andrei Illarionov görevden uzaklaştı­rılmıştır.
Merkezi yönetimi güçlendirmek için Bölge valilerinin merkezden atanması ve seçim barajının kaldırılması sağ­lanmıştır.

Artan petrol fiyatlarının da desteğiyle 2005'te 102 milyar dolar dış ticaret fazlası veren Rusya'nın sosyal proje­lere ayırdığı kaynaklar artmıştır. Bu durum Putin yönetimine verilen ka­muoyu desteğini arttırmıştır.

Hindistan ile birlikte uçaklara karşı kullanılan yeni füzenin geliştirilmesi için anlaşma sağlanmıştır.

Yabancı banka ve sigorta şirketlerinin Rusya'da şube açmaları yasaklanmış­tır.

Suriye ile gaz işleme tesisi ve boru hattı inşası ile taşıma konularında 370 milyon dolarlık iki anlaşma tamamlanmıştır.

Rusya ile İran arasında 29 adet uçak savar füze satım anlaşması imzalan­mıştır.

 Rusya, ABD veya NATO askeri alt ya­pısının Rusya'nın sınırlarına kadar uzanması halinde. 1990'da Paris'te imzalanan Avrupa'daki Konvansiyonel Kuvvetlerin Sınırlandırılması Anlaşması'ndan (CFE) çekileceğini, bu konu­da, özellikle ABD'nin Romanya ve Bulgaristan'daki yeni üslerde konuşlandıracağı asker sayısına bağlı olarak karar verileceğini açıklamıştır. Rus­ya NATO'nun genişlemesinin bir hata olduğunu,  bunun gerçeklerle bağdaşmadığını sürekli vurgulamaktadır.

 Rusya'nın en dikkat çekici stratejisi NATO'nun karşıtı olarak aynı meka­nizmalara sahip Ortak Güvenlik Anlaşması Teşkilatı'nı  (CSTO)  kurmuş olmasıdır. NATO gibi politik ve askeri bir ittifak olan bu kuruluşa halen Ermenistan, Beyaz Rusya, 
Kazakistan, Kırgızistan, Rusya ve Tacikistan üye­dir. Bu örgüt, Şangay İşbirliği Örgü­tünden daha fonksiyonel ve caydırıcı gözükmektedir. Nitekim Rusya Dışişleri Bakan Yardımcısı ve CSTO Genel Sekreteri Grigory Karasin, CSTO hak­kında şunları söylemiştir: NATO, Orta Asya ve Kafkasya'yı kendi­sinin ilgi alanı olarak belirlemiş­tir. NATO'nun Orta Asya'daki bazı çıkarlara sahip olduğunu herkes biliyor. Fakat NATO ortaklarına Orta Asya ve Kafkasya'nın CSTO'nun sorumluluk sahası ol­duğunu hatırlatmaktan mem­nunluk duyarım. İlgi alanı ile so­rumluluk alanı arasındaki farkın manasının anlaşılması çok ko­laydır.
Rusya Güvenlik Konseyi Sekreteri Igor Ivanov; Rusya'daki din propagandası yapan misyoner kuruluşların sayısının geçen on yılda 20'den 69'a çıktığını ve bunların çoğunluğunun resmi olarak kayıt dışı olduğunu açıklamıştır. Rusya, ABD güdümündeki Evangelist dini yapılanmanın önlenmesi için yasalar çerçevesinde müca­dele yapmaktadır. Fetullahçıların okullarını da bu kapsamda görüp kapatmıştır.

Rusya, bütünleşme çalışmalarına pa­ralel olarak, Avrupa'daki son kale Be­yaz Rusya ile askeri alanda da işbirliğini giderek güçlendirmektedir. Bu kapsamda Beyaz Rusya'ya verilecek S-300 hava savunma füzeleri Mart 2006 da teslim edilecektir.

Sonuç

ABD'nin son beş yıldır uyguladığı yanlış strateji ve politikalar, bir yandan AB'nin politik ve ekonomik gücünü zayıflatırken, Rusya için yeniden toparlanma şansı yaratmıştır. ABD'nin yeni NATO ve Barış İçin Ortaklık üyeleri vasıta­sıyla, Karadeniz, Kafkasya ve Doğu Avrupa üze­rinden Rusya'yı doğrudan askeri tehdit altına sokma stratejisi yeni bir Soğuk Savaşın başladı­ğını göstermektedir. Rusya'nın kendi evinde ve sınırları boyunca buna tahammül etmesi müm­kün değildir. O da karşı koyma stratejisi ile ABD sınırları çevresinde, hayati çıkarları olan Pasifik bölgesinde, Cezayir'de, Küba'da askeri ve eko­nomik etki alanını genişletmektedir. Böylece yeni Soğuk Savaş, eskisi gibi anavatan toprakları dışındaki vahşi mücadeleye sahne olmaya hazırlanmaktadır. Yeni Soğuk Savaş Rusya açısın­dan dünyamızın askeri güç dengeleri bakımın­dan tekrar iki kutuplu bir denge konumuna gelmesini amaçlamaktadır. Yeni mücadele ide­olojik olmaktan ziyade küreselleşmeden olum­suz etkilenen ülkelerin desteklenmesi ve küresel güçlerin ekonomik ve politik kontrol alanının daraltılmasını hedeflemektedir. ABD açısından ise ana amaç küresel ekonomik düzenin deva­mını sağlamaktır. Bu maksatla karşı kutup üze­rinde baskı yaratacak kritik coğrafi noktalarda yeterli askeri gücü konuşlandırmaktır. Bu coğ­rafi noktaların önemli bölümü Türkiye'nin kuze­yinde, doğusunda ve güneyinde bulunmaktadır. İran, Irak ve Suriye ise jeostratejik coğrafi noktalara ulaşmak için ara coğrafi hedefler­dir. Türkiye'de son altı aydır artan PKK operas­yonları Türkiye'nin de ara hedefler listesinde olduğu izlenimini doğurmaktadır.

 
ABD ne kadar güçlü olursa olsun, sadece İngiltere'nin ittifakı ile ABD'nin Ortadoğu ve Avrasya stratejilerini başarıya ulaştırması müm­kün değildir.
•     AB içindeki politik ve ekonomik istik­rarsızlığın artması
•     Rusya'nın yeniden toparlanması
•     Orta Asya'nın yeni politik yapılanması,
•     Pasifik'teki askeri dengelerin değiş­mesi, ve bozulması
Avrupa'daki dengeleri de kökten değişti­rebilir. ABD'nin bölgeye yerleşmesi, hem AB'nin hem de, farklı dil, din ve kültüre sahip komşusu olan Türkiye'nin politik manevra alanını kapatmıştır.
Latin Amerika'da ve Ortadoğu'da yükse­len ABD karşıtlığına Ortadoğu'da ve bazı Avrupa ülkelerinde gelişmekte olan Yahudi karşıtlığı da eklenmiştir. Bu ortam ve gelişmeler Rusya'nın dünyamızı yeniden iki kutuplu hale getirme şansını son derece artırmaktadır. Ancak denge­den önce bölgemizi son derece tehlikeli geliş­meler beklemektedir. AB'nin bölünmesi veya ortadan kalkması, Avrupa'yı İkinci Dünya önce­sine benzer bir cepheleşmeye sürükleyebilir. Özellikle İran'a veya Suriye'ye karşı herhangi bir müdahale bu oluşumu hızlandırabilir, hatta yay­gın bir bölgesel savaşa yol açabilir. Bu aşamada hem dünyamız hem de ABD'nin ulusal çıkarları ve Amerikan halkının mutluluğu için en uygun çözüm; ABD'nin Birinci Dünya Savaşı öncesinde olduğu gibi ülkesine çekilerek İzalosyon Poli­tikası uygulamasıdır. Bilimin beşiği ABD'nin kaynakları kendi kendine kafidir. Sadece üret­mesi ve ticaret yapması yeter. Bu ülkenin kay­naklarını silah yerine ülkesi için harcaması ha­linde Amerikan halkı süratle daha iyiye gidebile­cektir. Böylece bir kaç yıl içinde ABD'nin İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki, saygınlığa ve refaha kavuştuğu görülebilir"
Ama Amerika, maalesef siyonist Lobilerin ve Bush gibi Haçlı-Emperyalist sövalyelerin güdümünde, hem kendi halkını hem de insanlığı büyük bir felakete doğru sürüklemektedir. AKP'nin Amerikan hizmetkarlığı ise tam bir ferasetsizlik örneğidir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder