30 Mayıs 2017 Salı

TÜRK EKOLÜ : Onlarca İnanç, Mezhep, Tarikat ve Siyaset savrulmasından sonra nihayet…

ani arada bir duyarsınız ya “Meğerse vefa İstanbul’da bir semtin adıymış.” diye… İşte, 2016’nın Mayıs başında kopan tespih ve dağılan boncuklar, Türk siyasal hayatının doruğunda –meğerse- yaşanagelmekte olan bir ilişki ve etkisindekilerin tarifinde böyle bir vefa ya da vefasızlık tarifine götürdü, bıraktı zihinlerdeki sözlükleri.
Tabii ki son yirmi ayla taçlandırılan siyasetin en tepesindeki iki adamın için için çürüyen ilişkileri, hüzne gark etti yüzde elli ikiyi. Hemen not düşelim; bu yüzde elli ikinin şimdilerde atmışa doğru tırmanmakta olduğunun haberini veriyor bize yoklamalar. Daha da artacak! Zira kopan tespih Ak Parti tarihinde 2012’de yaşanan yol ayrımının bir benzerine daha şahit tuttu Milleti Mübarekeyi. Bu şahadet, şu kadar yıllık Türk tarihinde denemediği yol bırakmayan millet için bidayete ve hatta onunla beraber öze dönüşün miladı oldu/olacak.. Ki o öze dönüşün adıdır Türk ekolü. Bundan böyle artık o! Zira diğer yolların tamamı denendi ve tıkandı.
Efendim! Her zaman ya da çoğu zaman yaptığımız gibi bu yazımızı da tarihten temellendirmek arzusundayız. Bu bağlamda evvela kavmin inanç tercihlerine bakalım. Malûm, milattan önceki çağlar için Orta Asyalı Yafes evlatlarından Türkoğulları için inanç biçenler, bir yakın zaman kavramı olarak “Şamanizm”i uygun görmüşlerdi. Yıllarca böyle öğrettiler mekteplerde: “Türkler Şamanist’ti!” “Peki, hakikaten böyle miydi?” derseniz cevabımız birçok tarihçiyle aynı: Asla! Şöyle ya da böyle; bu yazının mevzuu milat öncesinde bozkırlıların inancı değil; onu bir başka yazıda konu ederiz belki. Şimdi söylemek istediğimiz şu: Adı önceleri Şamancılık, bugünlerde Göktengricilik olarak belirlensin veya her ne olursa olsun Bozkır halkı, zaman içinde değişen sosyal ve coğrafi konumu nedeniyle ilk inancında hiç durmamış; tarihler böyle fısıldamakta kulaklarımıza. Girelim mevzua: Anayurttan ayrılıp yeni coğrafyalara at koşturmak gibi bir geleneğin sahibi olan Orta Asyalılar, ulaştıkları her toprağın halkının inancını benimsemekte o kadar teşneler ki… Menzile vardıklarının -neredeyse ikinci günü- ardından urbalarıyla beraber dinlerini de değiştiriyorlardı. Yani onlar için inanç, sırtındaki urba mesabesindeydi. Ta bu kadar ve kolayca!
Mesela Türkler, Sibirya’dan çıkıp Bozkır’a oradan Çin’e inip Ezoteriz’min merkezlerinden sayılan Hindistan’ın Gnostik kapısı Tibet’e yaklaştıklarında artık Şamanist değillerdi çünkü Budist olmuşlardı. Artık onlar için yer yeni, yol yeni, inanç yeniydi. Yani bir bakıma yeni bir ekolün paralı askerleriydi onlar. Hatta isimleri de başkalaşmış ve Uygurlar olmuşlardı.
Uygurlar olarak Çin, Tibet noktasında durmadılar tabi Bozkırlılar. Anayurttan çıkan yeni kuşağın yollarının üzerinde Pers iklimi vardı şimdi de. Ve Orta Asya Bozkırlıları, yeni ikametgahlarında Düalist Zerdüşt dininin müntesipleri olarak hizmet veriyorlardı Sogd Kisralarına.
Onlar orada dursun; biz Hazar denizinin kuzeyinden giden ve Deşti Kıpçak’a yerleşen Sakalara bakalım, kavmin ilk boylarından sayılan sucular ne âlemdeler? Tabii ki onlar da geleneksel inançlarını koruyacak değillerdi sosyogenetik geleneklerinin. Zaman içinde, Bizans’a yaklaşarak yeni ekollerin adamı oldular, hem de has adamı. Önceleri Mitraizm’ zakkum çiçeğinden kokladılar Bizans ekolünü sonra da İseviliğin Hristiyanlığa evrilmiş hâlinden. O bölgeden yani Deşt-i Kıpçak steplerinden çıkan en farklı ekol de Karaimler oldu. Hikâyeleri ilginç bir Türk kolu olarak tarihte yer tuttular Karaimler. Bir bakmak lazım…
İslamiyet’in Arap yarımadasından çıkıp dört bir yana yayılmaya başladığı, Dört Halife Devri ordularının Kafkasya’ya dayandığı yıllarda bir Şamanist Hazar Kağanı, İslamiyet’i kabul etti lakin sebat etmedi acer inancında ve daha sonra mürted oldu. Bunun üzerine bir yandan İslam’ın diğer yandan Bizans Hıristiyanlarının baskısı sonunda Hazar Kağanlığı, ilginç bir yola saptı ve üçüncü Semavi din tercihle Musevi oldu. Din tarihçileri onların mezhebinin adının Karailik olduğunu, bunun da Museviliğe ait aykırı bir mezhep olarak etiketlendiğini yazmaktalar. Bu yüzden Hazar devleti sakinlerine Karaylar ya da Karaimler dendi. Bu aykırı Musevilerin bölgedeki siyasi hakimiyetleri ta 1402 Ankara Savaşımızın sonuna kadar devam etti. Ancak Yahudi Türklerin tarihi başka devletlerin tebası olarak sürdü geldi. Timur’la birlikte dağılan siyasal birliklerinin ardından Karaylar, Polonya merkezli Avrupa bölgesine yerleştiler. Bir de bizim Karaköy’e yani İstanbul Galata’sına. Cumhuriyet dönemi yazalarından Refik Halit Karay, Karaimköy/Karayköy ekalliyetine mensup biriydi… Şimdilerde Karay ekalliyeti can çekişmekte Türkiye’de ve dünyada… Son kelaynaklar, bugün yarın terki dünya edecekler.
Bitmedi Bozkırlıların kolay din değiştirmelerinin örnekleri. Ural dağlarınının iki yanından, Şamancı olarak yola çıkan ve sözünü ettiğimiz Saka, Kıpçak, Hazar Bölgesinden batıya doğru akan, bir dolu Türksoylu, Avrupa’ya indiklerinde Roma ile karşılaştılar. Önce Pagan oldular. Akabinde Bizans’ın etkisiyle Ortodokslaştılar. Örnek mi Bulgarlar, Atillalı Hunları ve Avarlar. Ekol değiştirme tarihimizde en kötü hatırayı yaşatan bu Avrupalı kardeşlerimiz artık Şaman da değiller, Türk değiller; neredeyse tamamı Slavlaştı onların ve çoğu, daha sonra Rus adını alacak olan İskandinav Vareglerinin oyuncağı oldular.
Bu noktada, Ukrayna-Romanya aracığına sıkışmış olan Moldova bölgesine göçen Bozkırlıların bir küçük kolu olarak Gök Oğuz/Gagavuz’ları da anmadan geçmeyelim. Günümüzde de Çadır adlı şehirlerinde yaşayan bu Bozkırlı halk, biz Anadolululara en yakın Türk damarını oluşturmaktalar ama inançları Ortodoks Hıristiyan artık. Onlar gibi Finlandiya halkının temel direklerinden olan eski Ogur –ki bir nevi Oğuz onlar da- halkı da tıpkı Gagavuzlar misali Hıristiyan Avrupa dininin Protestan kolundan. Hemen ekleyelim Baltık Cumhuriyetlerinden Estonların da Orta Asya Bozkır Halkından olduğunu biliyor muydunuz?
Hıristiyan ekolüne kayan Türksoylular, sadece Avrupa arazisinde değiller; Asya’da da varlar ve onlara Altaylar adı veriliyor ve adını Sabar Türklerinden alan Sibirya bölgesinde yaşamaktalar.
Kabuk değiştirir gibi inanç değiştiren Bozkırlıların tarihi daha bitmedi elbette. Biz Oğuzluların da dahil olduğu “Ekoller tarihi”miz devam ediyor. Ancak bundan sonrasına bir genelleme yaparak bakalım. Bu genelleme dairesinde Bozkırlıların, Hazar’ın kuzeyinden gidenler kısmı Hıristiyanlaşırken; güneyinden gidenler bir başka inanca evrildiler. O inanç İslam’dı. Lakin! Hazarın güney yolunu tutanlar, yollarının üzerindeki ülkeden yani İran’dan geçerken bölgenin yeni yeni inancından etkilenerek Heteredoks İslam’ı benimsediler. Bölgede kalanlar, günümüzde İslam’ın Şii kolunu teşkil etmekte; orada kkalmayıp Anadolu’ya yürüyenler ise kavimlerinin onca tercihi içerisinde en sonuncusunu yaptı ve Ehl-i Sünnet vel Cemaat oldular. Uzun arayışların nihayetinde varılan “son inanç noktası”ydı bu; Türkler, bundan böyle Müslüman’dı ve Sünni ekoldendi. Artık burada duracaklardı ta Kıyamet’e kadar.
ma öyle olmadı! Evet, İslamiyet’in Sünni ekolündendiler lakin sahra topu gibi bir yere çakılmak bu kavmi kesmiyordu anlaşılan; bu kez de pergellerinin iğneli ucu Sünnilikte kalmak kaydıyla boşta kalan tek ayak üzerinden devam edeceklerdi “İnanç gezginlikleri”ne. Bundan böyle, boşta kalan tek ayağın seyran alanı tarikat coğrafyasıydı: Bu nedenle Bozkır Sünnilerinin kimi Kalenderi oldu, kimi Cavlaki, kimi Melami… Aralarında Hurifiliği deneyenler dahi vardı, öyle ki Koca Fatih bile bir ara heves etmişti, İranlı Fazlullah’ın “Harfler Mezhebi”ne. Sonra Mevlevilik ve Bektaşilik göründü inanç ufkunda ve benzeri gruplara ayrıldı Kutalmışoğlu Süleyman Şah’ın oğulları.
***
Ve sonra Osmanlılar, hükümran odular coğrafyada… Bu anlamda onların tercihi bir garipti: Askerlerini Hünkar Bektaşlığında tutarken sivil hayatlarında değişik ekolleri denediler. Yaygın olarak Nakşibendilik hakim oldu Osmanlı şehir hayatına. Kırsal bölgelerde Kadirilik kabul gördü. Bunların yanı sıra Rufailik ve benzeri Sufi tarikatların da bölge sakinleri arasından taraftar topladığını görmekteyiz.
Bu kabil, geleneksel ve “Doğu Meşrep” savrulmalar, İkinci Mahmut Han zamanına kadar dini düzlemde devam edip gitti. 1800’lü yıllardan itibaren ekol tercihlerinin kimyası değişti ve “Garbi Ezoteryan” oldu. Peşi sıra buradan siyasi ekoller baş gösterdi.
1805 yılında Batı’dan Batıni bir Ezoterik tarikat geldi ülkeye ve ilk Mason Mahvilleri açılmaya başladı Memalik-i Osmani’de. Aynı yüzyılın son çeyreğinde, Memalik’in Balkanlar cihetinde ve bilhassa Makedonya arazisinde, her köşe başında bir Mason Locası vardı artık; bunlardan bazısı “Fransız Riti”nde, bazısı “İskoç Riti”nde.
***
Ezoterik ekoller 1850’den itibaren, hızla dünyevileşmeye başladı. Genç Osmanlılar hareketiyle iş başı yapan, tercihler gayrı tamamen siyasiydi ve o yıllarda baş gösteren ekoller, günümüzde de geçerli olan politik ekollerin bidayeti, temeli, prototipi formundaydı.
Genç Osmanlılar olarak başlayan hareketi 1800’lü yılların son çeyreğinde çeşitlenme emareleri göstermeye başladığında, zaten adı da değişmiş ve onlar Jön Türkler olarak anılmaya başlamıştı. Jön Türklerin değişik kompartımanları, yaklaşan İkinci Meşrutiyete hazırlık olmak üzere gizlice partileşmekteydi. 1900’den sonra, bu siyasi kompartımanlardan bir damar İttihatçılar olarak anılmaya başladı; bir diğer damar da Prens Sebahattin periferisinde, Ademi merkeziyetçi Hürriyetçilerdi.
***
İşin garibi o düzlemde işe, Batılı “İyi saatte olsunlar” da karışmışlardı ve karışış o karışış oldu; elleri, çömçe karıştırıcısı misali hâlâ içimize. Onların genel adı, siyasi jargonumuzda “İngiliz Ekolü” ve “Alman ekolü” diye bilinmekte. Bilinen bir başka şey de bu ekollerin, ardında duranların İngiliz ve Alman derin devletleri ve bu devletlerin haber alma servisleri olarak MI6 ve BND… Adı üstünde zaten.
Ülkemiz, 90’ı aşan Cumhuriyet yıllarının siyasasını, bu iki ekolün mücadelesi olarak geçirdi. Tıpkı Osmanlı’nın son yirmi yılında olduğu gibi.
Bu noktada kritik soru şu; Peki, “Türk (yerli) Ekol”ü yok muydu? Elbette vardı: Osmanlı zamanında bu ekolün adı, Abdülhamit Han’ın buluşuyla Osmanlıcılıktı lakin bu ekole inananlar sadece Hanedan üyeleri, 93 Harbinde Kafkasya’dan göç etmiş olan bir avuç Çerkez ve üç beş Anadolu evladıydı. O kadar! Bu noktada sorduğunuzu duyar gibi oluyorum: “Ya İslamcılık ve Türkçülük!” Bu husus oldukça geniş ve bir başka yazının konusu; burada olmaz zira yerimiz dar. Sadece şu kadarını söyleyeyim ne İslamcılık ve ne de Türkçülük yerli bir fikir akımı değildi. Onların da arkasında “İyi saatte olsunlar” vardı.
Tekrar soruyorsunuz: “Ya Türk ekolü…” diye.
Efendim! Elbette Anadolu’dan kaynaklanan bir “Türk Fikri”nden söz edebiliriz. Ancak bunlar, gerek Osmanlı’nın son elli ve gerekse Cumhuriyet’in tamamına yakın zaman zarfında “Kurumsal ekol” oluşturmaktan aciz kaldı. Zira buna müsaade edilmedi. Ya da böyle bir siyasal çıkış yakalayarak, siyasal düzlemde bir ivme oluşturmak isteyenler, imkansızlıklar içerisinde arzu ettikleri yere ya da geçerli politik alana çıkamadılar. Türk açığı, paraları yoktu bizimkilerin. Para, İngiliz (daha sonra Amerikan) ve Alman ekollerinin kurumlaşmış siyasal yapılarındaydı ve o lanet olası met’a periferiyi oluşturan her cins insanı, güçlü bir mıknatıs gibi kendine çekiyordu.
***
1950’den sonra partilerin çeşitlendiğini ve siyasal hayatın olabildiğince hızlandığını görmekteyiz. İkinci Dünya Savaşı sonrasında dünyanın “Batı Kampı”na dayatılan çok partili sistemin kurumları olan partiler, politik meydanda pıtrak gibi bitmeye başladığında ilk kurumlaşmalar, mevzubahis Batıcı ekollerin eliyle oldu. Tabi onların yanı sıra “Bizden partiler” de kurulmadı değil, elbette kuruldu. Lakin siyasal ve kurumsal gelişmenin bir faturası vardı ve bu faturayı Berlin ve Londra “Daha sonra Washington” cüzdanından ödemek hiç de zor değildi. Ama fahri Anadolu evlatları, bu hususta ellerini cüzdanlarına atacak durumda değillerdi ve zaten cüzdanları da yoktu; pazen keseleri de bomboştu. Siyasi serüvenlerini ilk adımlarında, dökülü dökülü verdiler. Genel merkez adreslerinin kiralarını ödemekte dahi zorlanan “Yerli Partiler” birkaç aylık ömrün ardından kapanıp gitti; Yerli Siyasetçiler” de bir tercihle karşı karşıya kaldılar.
O tercih neydi? Geride “Partisi kapanmış yerli siyasetçiler” için önlerinde, körtopal yürüye bilecekleri bir yol kalıyordu sadece; Batı ekolü partilere yönelmek. Ve böylece memleketin has evlatları, Batı ekolü partilere yönelip siyaseti oradan “Delme”ye başladılar. Ancak bu o kadar zordu ki…
Batıya yönelenler arasında zorluğu başaran ve zirveye tırmananlar oldu. Bunların en ünlüleri elbette Menderes ve Özal’dı. Fakat zirveye çıkan bu ikili tam da içindeki “Saklı Anadolu Bombası”nı patlatıp müspet finale hazırlanıyorlardı ki fark edildi ve cezalandırıldılar; hem de az buz bir ceza değil: Bunlardan biri asıldı, biri zehirli bir cinayete kurban gitti. Hemen söyleyelim: “Pek bilinmese de Mustafa Kemal’in siroz hastalığı da böyle bir ısmarlama illetti ve imkansızlıklar içinde, final tasarlayan Sarı Paşa’nın şaibeli sonunu getirmişti.” dersek yanlış söylememiş oluruz.
***
Ve siyasal hay huy içerisinde takvimler, 2000’i gösterdi. Yeni yüzyılla birlikte kader, Atatürk, Menderes ve Özal damarından bir dördüncüsünün yükselişine şahit kıldı bizleri: R.T. Erdoğan’ın…
O da diğerleri gibi “Yerli Damarı”nı yüreğinin derinliklerinde gizleyerek dahil oldu siyasete hem de “Amerikan Ekolü” üzerinden. Yıl 2002 olduğunda iktidara geldi ve sinirleri yıpratan işlerle boğuşa boğuşa 2012’ye ulaştı. Yani on yılı devirdi, içindeki “Anadolu Çınarı”nı sulaya sulaya. Nihayet, on yıllık müsaadeli ve kontrollü iktidarının nihayetinde Amerikan ekolüyle yolların ayrılması noktasındaydı Erdoğan. Ancak bu o kadar kolay değildi. Yani yolların ayrılması diye bir şey yoktu bu dünyada; sadece yolun bitmesi vardı.
Şöyle ki: “Derin Ekol,” belli bir süre, siyaset aracının sürücü koltuğuna oturttuğu şoförün vazifesinin bitiminde, “adamı”nın işine son veriyor ve yeni ve mülayim bir “Çırak Şoför” arayışına çıkıyordu. Eğer, bu arada sistemin eski şoförü, “Derin Ekol”e zorluk çıkarırsa, “Ekol Geleneği” onu –hayattan- saf dışı ediyordu.
Ekolle iş tutan herkes gibi bu siyasi kader, elbette Erdoğan için de uygulanacaktı. Ancak ilk kez uygulanamadı. Hak yardım etti, halk destek verdi ve üst üste seçim kazanan ve girdiği her seçimde, bir öncekinden daha çok oy alan Erdoğan’ı kurtlar yiyemedi. Bu hamlelerin ardından, Erdoğan değil ama Amerikan (aslında İngiliz) ekolü, şimdilik geri çekildi ve daha başka oyunlar plânlamaya başladı. Artık sırada “Alman Ekolü” vardı; anlaşmalı olarak devreye, Derin Almanya diye bilinen BND girdi.
MI6’si, CIA’sı, BND’siyle “İyi Saatte Olsunlar” “Ekol”lerinin şaşmaz kurallarının karşısında ilk kez başarı sağlamış olan Erdoğan’ın kafasındaki tehlikeli şeyi, “Türk Ekolü”nü deşifre etmişlerdi. Ne yapıp edilmeli ve bu tehlikeli hurucun hayata geçirmesine meydan verilmemeliydi. Bu sebeple kayıt dışı operasyonlar peş peşe gelmeye başladı. İlk önce Almanlar, yerli işbirlikçilerini harekete geçirerek Gezi Darbesini plânladı ve umulmayan bir şekilde geri püskürtüldüler. Bu arada hayata geçirilmek üzere planlanmış onca suikast plânını atlıyorum.
İş ciddiydi. İlk kez “İyi Saat” işlemiyordu. 17-25 Operasyonu bu ciddiyetten doğdu ve ameliyatı, Starring olarak Amerikalılar ve Co-starring sırasında Almanlar birlikte kotardılar. Lakin yine Hakk yardım etti, halk arkasında durdu ve tarih kurtuldu.
Ekolün melaneti bitmedi. Gezi ve 17-25’in ardından, her biri birer “Ekol Operasyonu” olarak formatlanan seçimler geldi üst üste. Sonuç değişmiyordu ve her seferinde, şekillenmekte olan “Türk Ekolü”ne Hakk yardım ediyor, halk destek veriyordu. Bu seçimlerin en plânlısı, çatı adayın oluşturulduğu Cumhurbaşkanlığı seçimiydi. Ekol, bu seçimde neredeyse tüm yerli işbirlikçileri bir araya getirmişti. Ancak yine netice hüsrandı “Töton Ekolü” açısından. Bu nedenle kızgınlıkları had safhaya çıktı ve şiddetlenmeye başladılar. Gerekirse kan dökeceklerdi ve gerekiyordu. Önce Diyarbakır, sonra Suruç patlamaları oldu. Gerek seçimlerde alınan sonuçlar ve gerekse halk nezdindeki yoklamalar, yine Erdoğan’ın lehine çıkmıştı. Ancak Almanlar inatçıydı ve asla vazgeçecek gibi görünmüyorlardı. Kitle ölümlerine start verildi. İlk kitle katliamı, Ankara Gar Meydanında yapıldı. Erdoğan yılmıyordu. BND mi yılacaktı sanki. O da Ankara’daki iki patlamanın yani Merasim Sokak ve Güvenpark olaylarının ardından bir bomba da Sultanahmet’te patlattılar.
İşte bu patlama yani Sultanahmet, içerideki “Alman Ekolü Müntesipleri”ni cesaretlendirdi. Zira Alman Çeşmesi’nin on adım ötesinde patlayan bomba, on Alman turistin canına mal olmuştu. Hemen yazalım: Bombayı patlatan böyle olmasını istemişti. Zira bombayı patlatanlar, kanaatimizce bizzat Alman ajanlarıydı. Ve o ajanlar, Türklerin mağdur ve mazlumun yanında olmak gibi bir meşreplerinin olduğunu çok iyi biliyordu; ucunda ölüm bile olsa.
***
Derin Almanya’nın son plânı tuttu ve Sultanahmet patlamasının hemen ardından şansölye Merkel, kancayı Başbakan Davutoğlu’na attı.
Dendiğine göre, ilk eğitimini Alman lisesinde almış olan “Davutların Ahmet,” Alman Ekolüne yakın duran bir tercihin sahibiydi. Almanlar bunu biliyordu ve son plânlarını bu bilgi ve seziş üzerine kurmuşlardı. Bildikleri bir şey daha vardı: Kibirli ve hırslı olduğu iddiası kulaktan kulağa yayılan mini mini profesörün, bırakın profesör olmayı Yar. Doç. bile olamamış Erdoğan’ın “Ayvaz”ı olmayı gururuna yedirebilmesi, onun ardından nal toplayıcılığı kabullenmesi mümkün değildi. Bu sebeple “Hoca” ta baştan beri kendini ispatlayacak ve “hasbelkader patron”unu geçecek bir başarının peşindeydi.
İşte o başarının taahhütü Merkel’le geldi: Artık serbest dolaşım vizesi de Davutoğlu’nundu, AB üyeliği de. Hatta dilesindi Hoca ne dilerse… Doğrusu ya Almanların patronluğundaki AB, hiçbir zaman Erdoğan’a bu kadar cömert davranmamıştı. Türkiye’yi bir anda komşu evine çeviren Şansölye Merkel’in bol keseden vaatleri, Hoca’nın zihni programını alt üst etmiş ve bir anda aynadaki küçük cüssesi devleşmiş olmalıydı. Zira onca uğraşına rağmen o, AB yolunda bir arpa boyu yol alma başarısı gösteremeyen Erdoğan’ın yapamadığını yapmış ve tarihe geçen sadrazam olmanın kapısını aralamıştı. Ve tabi onunla birlikte, “Saklı Alman Ekolü” müntesipleri “Cübbelerini” giymiş ve siyaset sokağında nara atmaya başlamışlardı. İşte buydu! Bugün yarın “Alman Muhibleri” Erdoğan’ı alaşağı edecek ve Erdoğan’la birlikte kafasındaki “Türk Ekolü” doğmadan kara toprağı boylayacaktı. Böylece ülke gevşeyecek, toplum rahatlayacak ve AB eliyle ülke, “Bir Numara” olacaktı. Muhibler, işte böyle kandırıyorlardı kendilerini ve bu kandırmacanın esrarlı ortamında, kararı verdiler: Bu iş bitsin artık! “O kadar bitsindi ki bu arada, –belki- Erdoğan’dan sonraki kabileyi bile oluşturdular.” Dersek inanın!
***
Ancak… Erdoğan, mayısın ilk haftasında Davutoğlu’nu saraya çağırdı: “Buraya kadar Ahmet!” dedi. Ahmet direnmedi, direnemedi. Direnemezdi de çünkü şahsi odasındaki ayna, bir dev aynasıydı ve her dev aynası gibi o da yalan gösteriyordu. Şu an yani toplantı esnasında Erdoğan’ın “sadrazamın sureti”ne tuttuğu ayna ise hakikat neyse onu yansıtmakla mükellefti ve oradan yansıyan fotoğraf da hiç iç açıcı değildi.
Sonuç: Arka üstü oturdu Alman Ekolünün muhibleri…
Yine bitmedi: Olaydan iki gün sonra Ekol’ün merkezinden bir açıklama geldi: Ülkesindeki terör operasyonlarını durdurmadan Türkiye’ye vizeyi kaldırmanın imkanı yoktu. Takke düşmüş, kel görünmüştü.
Daha da bitmedi: O akşam, Erdoğan çıktı dünyanın ve AB’nin karşısına; kısa ve net: “Sen yoluna. biz yolumuza…” diyerek öze, bidayete döndü.
İşte Erdoğan’ın; “Biz yolumuza!” diyerek işaret ettiği güzergâh, milletin yüzlerce yıldır umutla beklediği “Türk Ekolü”ydü. Final yapılmış ve İngo-Amerikan Ekolünden sonra Alman Ekolü de çökertilmişti ve böylece Türk Ekolü devletine hakim oluyordu. Vatana, millete ve tüm mazlum kavimlere hayırlı olsundu.
“Ya bundan sonra?” diye sorduğunuzu duyar gibiyim. Efendim, bundan sonra “Ekol” Türk’ün, devlet Türk’ün, rejim Türk’ün… Yani Anadolu evlatlarının… 1453’ü takip eden yıllardan itibaren başlayan “Batılı Ekoller” tarihi, zorlu bir mücadelenin ardından çökertildi. Fetih’in akabinde Anadolu’ya sürgüne yollanan Türk Ekolü, nihayet devletini yeniden ele geçirdi ve İstanbul (başkenti) bir daha fethetti. Bu fetih sadece Türklerin değil; “Konstantiniye’yi fetheden kumandan ne güzel, asker ne güzel!” diyen Âlemlere Rahmet Peygamberin ümmetinin ve tüm mazlum milletlerin fethidir; cennetin fethidir. Hatta adalet imparatorluğu ve son saadet medeniyetinin kuruluşunun miladıdır. Bir kere daha, ümmete ve insanlığa hayırlı olsun. Allahualem!
***

Dünyamız dışında başka alemlerde yaşayan canlılar var mıdır? UFO gerçek midir?

Değerli kardeşimiz,
Cenab-ı Hak nurdan, ateşten, ışıktan, zulmetten, havadan, sesten, kokudan, kelimelerden ve elektrik gibi seyyal ve latif maddelerden hayat ve ruh sahibi varlıklar yaratmış ve yaratıyor. Bunlar evrenin her köşesinde bulunuyor.

Dünya dışında da başka varlıklar vardır. Ancak o varlıklar nurani varlıklardır. Kur’ân lisanında onlara melaike ve ruhaniyat denilir.

Kur’ân’da dünya ve yeryüzü “ard” (arz) olarak geçer; başta Âdem Aleyhisselam olmak üzere bütün peygamberlerin yeryüzüne, dünyaya gönderildiği bildirilir.

Bu arada bazı sema katlarında İbrahim, İdris ve İsa Aleyhimüsselâm gibi peygamberlerin makamının bulunduğu da Miraç hadisinde ifade edilir. Yine İsra 44, Talak 12. âyetlerinde yeryüzünün gökyüzü gibi yedi tabaka olduğundan bahsedilir. Ama bu yeryüzü tabakalarının nelerden ibaret olduğu, yeryüzü katmanları mı, yedi kıta mı, yedi iklim mi, neler olduğu kesin olarak belirtilmemiştir.

Ancak bu yaşadığımız dünyadan başka yaşama uygun farklı gezegenler olsa bile, orada insan gibi mükellef ve sorumlu varlıkların yaşadığı konusunda bir ayet veya hadis yoktur.

Dünyadan başka sekiz ve son verilere göre on bir gezegenin daha olduğu varittir, ama oralarda böyle bir varlık türünün yaşadığı hususunda ne dini, ne de bilimsel bir doküman söz konusu değildir.

Bu arada şu gerçeği de gözden uzak tutmamak gerekir: Bu eski gezegen olan dünyamızda bu kadar canlı, ruh sahibi, akıl ve şuur sahibi varlıklar olduğu gibi, diğer gezegen ve yıldızlarda, gök cisimlerinde oraların hayat şartlarına göre, oranın yapısına ve konumuna göre ruhani varlıklar vardır.
Evrenin her tarafında yaşayan varlıklar vardır. Güneşte, ayda, yıldızlarda, galaksilerde bütün bir evrende çeşitli türden varlıklar yaşıyor.

Koca evrende bir nokta kadar bile zor yer tutan, kâinat haritasında bulunduğu yer dahi belli olmayan dünyamızda milyonlarca tür canlılar mevcut ve yaşıyor.

Yerin üstünde, altında, karada, denizde, havada dünyanın her bir köşesinde canlı varlık bulmak ve görmek mümkün.

Okyanusların binlerce metre derinliklerinde canlılara rastladığımız gibi, bir metre kazdığımızda yer altında da değişik tipte ve türde canlı organizmalara rastlayabiliyoruz. Hatta bir çöplükte o kadar mikroorganizmalar var ki, saymakla bitmez ve tükenmez.

Küçük dünyamız, insanından hayvanına, balığından solucanına ve tek hücreli canlılara varıncaya kadar hayat ve ruh sahibi varlıklarla doludur ki, haddi hesabı yoktur.

Dünyada insandan ve hayvanlardan başka Kur’ân’ın da bildirdiği ve anlattığı gibi, varlıklarını kabul ettiğimiz, fakat gözle görme imkânımız olmayan cinler ve ruhani olarak isimlendirilen diğer canlı türleri ve ruh sahibi varlıklar da bulunuyor.

Dünya gibi küçük bir gezegende bu hayat şartlarına göre canlı türleri ve ruhani varlıklar bulunur da, dünyadan milyonlarca büyüklükteki yıldızlarda, gök cisimlerinde, o ışık huzmesi nurlu âlemlerde oraların şartlarına göre yaşayan varlıkların olmaması mümkün müdür? Vardır ve bulunuyor.

Bizim görmememiz onların olmamasına delil olamaz. 
Bizim bilmememiz onların olmadıklarını göstermez. Çünkü her şey bizim bilgimiz dahilinde değildir, olamaz da.

Bediüzzaman’ın Sözler’de meleklerin varlığını ispat eden bölümde dile getirdiği gibi, Cenab-ı Hak nurdan, ateşten, ışıktan, zulmetten, havadan, sesten, kokudan, kelimelerden ve elektrik gibi seyyal ve latif maddelerden, hayat ve ruh sahibi varlıklar yaratmış ve yaratıyor. Bunlar evrenin her köşesinde bulunuyor.

Dünyamız nasıl insan, hayvan, cin ve meleklerle dolu ise, diğer âlemler ve evren de başta melekler olmak üzere insan ve havyan dışında varlıklarla doludur. O varlıkların insan gibi maddi olarak suya, ekmeğe ve oksijene ihtiyaçları yoktur. Onların gıdası bünyelerine ve yaratılış maddelerine göre tespit edilmiş ve veriliyor.

Bir can ve ruh taşımasına, nefsi, aklı ve duyguları olmasına rağmen nasıl ki, cinler bizim yiyip içtiğimiz gibi yiyip içmiyorlar, hayat tarzları ve şartları bize benzemiyorsa, diğer yıldızlardaki ve gök cisimlerindeki varlıklar da insana ve cinlere benzemez. Oraların hayat şartları farklı olduğu gibi, orada yaşayan varlıklar ve canlılar da ona göre farklıdır.

Yüzlerce ayette semâdan ve semâvattan söz edilir, onların yaratılışına dikkat çekilir, Allah’ın yerin ve semâların Rabbi olduğu gerçeği dile getirilir. Demek ki, kâinatta, evrende ve bu koca âlemde meleksiz ve ruhanisiz bir yer yoktur.

Nasıl melekleri ve cinleri görmediğimiz halde varlıklarını kabul ediyor, inanıyorsak, diğer yıldızlarda ve galaksilerde yaşayan ve o âlemlerin hayat şartlarına göre yaşayan varlıkların var oluşlarını kabul ederiz.
İlave bilgi için tıklayınız:
Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet

11 EYLÜL SALDIRISININ PERDE ARKASI

Şeytanî oyun:
MOSSAD’ın olaydan haberdar olduğunu ispatlayan ikiz kulelerde çalışan Yahudilerin 11 Eylül’de sıfır kayıp vermesinin dışında CIA ve FBI’da bu olaydan haberdardı. Amerikan kongresinin oluşturduğu araştırma komisyonu CIA’nın en az 2 ay önce bu olaydan haberdar olduğunu açıkladı (1). Amerikan milli güvenlik görevlisi kongrede şu itirafta bulundu.
11 Eylül’den 2 hafta önce şefimden ısrarla bu olayın zanlılarından birini tutuklamasını istedim, ancak her hangi bir karşılık alamadım (2). Bu yüzden MOSSAD, CIA ve FBI, 11 Eylül senaryosunu uygulayıp gizli amaçlarını kamufle etmek ve Müslümanları suçlamak için El-Kaide ve Holivud’un 2 oyuncusunu Bin Ladin ve Elzevahiri rolünde kullanmış olma ihtimali oldukça yüksektir.                                                                                                                                                                       
Nasıl oluyor da Pensilvanya’da kaçırılan bir uçak füze ile vuruluyor, ama Newyork gibi önemli bir kent hava savunma sisteminden yoksun oluyor?                                                                                                                                                     
Dış işleri bakanlığı önünde gerçekleşen patlama ve kaçırılan diğer 4 uçağın başına ne geldi? Neden bunca zaman geçmesine karşın CIA binasının çöküşü ve Beyaz Saray’da çıkan yangından söz edilmiyor?                                                                                                                                                                         
Kuşkusuz CIA ve MOSSAD’daki tasarımcılar bu iki meseleyi yedekte tutmayı yeğledi, çünkü eğer ikiz kuleler projesi facia görüntüsünü oluşturmasaydı bu iki meseleden yararlanılacaktı. 5 yıllık bir süre içerisinde CIA, 6 başkan değiştirdikten sonra 1997’de Corc Tenet CIA başkanı oldu. İşte tam o sırada birden bire El-Kaide Amerikan karşıtı bir örgüt olarak gündeme geldi ve bazı saldırılardan sorumlu tutuldu. 7 yıl sonra Tenetle birlikte El-Kaideyi CIA tarafından takip etmekle görevlendirilen Maykel Şuer de istifa etti. Bunun dışında dünyada tüm telefon görüşmelerini dinlediğini iddia eden NSA veya bizzat her türlü terör, komplo, bombalı saldırı veya kargaşa çıkarmakta uzman olan CIA’nın bu olaydan haberdar olmadığı nasıl kabul edilebilir? 11 Eylül, dünya kamuoyunu kandırmak için uygulanan çirkin bir senaryonun ufak bir parçasıdır. Bazı ülkelerin güvenlik kurumları yayınladıkları kesin raporlarında 11 Eylül ile bazı Amerikalı tanınmış şahsiyetleri arasındaki ince bağları ifşa ettikten sonra Beyaz Saray’daki anlaşmazlık zirveye ulaştı, öyle ki bazı bakanlar aleni bir şekilde Bush’a karşı çıkarak gerektiğinde kendilerini bu tehlikeli oyundan çekmek için zemin hazırlamaya başladı(3).                                                                    
İlkin, Amerika terörizmi yok etmek için her türlü şartlar altında istediği ülkeye saldırabilir(4) diyen Maliye bakanı Poul Onil istifasından sonra şöyle bir itirafta bulundu. Bush, Saddam’ın devrilmesini 11 Eylül’den önce planlamıştı! Evet, 11 Eylül Bin Ladin’in video kasetleri ile dünya kamuoyunu aldatmak için uygulanan çirkin bir senaryodur. Bu olay güvenlik açısından Perl Harbour ve psikolojik açıdan Halokast gibi tasarlandı ve abartma bakımından Perl Harbour kadar abartılırken Halokast kadar da yalan ve yapaydı. Ocak 2004’te 11 Eylül olayının kayıpları 2749 kişi olarak açıklandı ki tabi hepsi de Amerikalı değildi. Onlar Amerika’nın dünyaya musallat olması ve İsrail’in yok olmaması yolunda MOSSAD ve CIA kurbanı oldu. Eğer Amerikalılar bu cinayeti işlediyse uçaklar nasıl kaçırılmıştı? Uzmanlar uçuştan önce uçakların otomatik pilotunun kulelere doğru kilitlenmesi durumunda pilota ihtiyaç olmadığını belirtiyor. Dolayısıyla bu olayın gerçekleşmesi için uçağı kaçırmaya bile gerek yoktu ve bu yüzden El-Kaide’nin müstahak etmiş olması tezi de geçerli olamaz. Belki bazıları CIA ve MOSSAD’ın bu olayı yarattığı düşüncesini mantıksız bulabilir, ancak eğer tarih sayfalarına bakacak olurlarsa 1963’te Kennedy’nin CIA ve 1995’te İzhak Robin’in Likud partisi tarafından terör edildiğini göreceklerdir. Deyvidian tapınağının FBI tarafından havaya uçurulması, Oklahoma’da eski Pentagon askerince gerçekleşen patlama, Davud oteli patlaması, Filistin’den kaçan 200 Yahudi’yi taşıyan geminin infilak etmesi, İngilizlerin Kudüs karargahı ve savaş gemilerinin 1939’da havaya uçurulmasa (5), Arjantin’de Amia olayı… hepsi 11 Eylül hadisesine benzer olaylardır.                                                                                                                                                  
Neden Pentagon binası ikiz kuleler gibi alevlenmedi ve iddia edilen can kaybı sayısı açıklanmadı? Neden bir  kaç basit görüntü yayınlamakla yetinildi? İkiz kulelerin uçakların infilakından doğan ısı yüzünden demir yapının erimesi sonucu çöktüğü iddia edildi.
1- Eğer bu iddiayı kabul edecek olursak demek ki ısı üst katlardan temele ulaşmış ve kulelerin çökmesine sebep olmuştur.                                                                                                                     OYSA ISI METALLERDE AŞAĞIDAN YUKARIYA DOĞRU YAYILIR.  
                                                                                                                                                      
Ayrıca, eğer ısı kulelerin çökmesine sebep olduysa, neden ilkin uçakların isabet ettiği katın üstündeki katlar (örneğin 106. kat) çökmedi ve tam tersine çökme olayı alt katlardan başladı?                                                                                                                                                                    
Neden kuleler aşamalı çöküş yerine dağılmadı veya herhangi bir yöne eğilmedi veya yatay olarak çökmedi?
2-  Kuleler 30 yıl önce inşa edilmişti ve 21. yüzyıl için eski bir yapı sayılıyordu. Kongrenin izni ile yapılan araştırmada, kulelerin belediyenin izni ve denetimi olmaksızın inşa edildiği anlaşıldı. Bu durum Manhatan gibi önemli bir mahallede tamamen istisnadır.
3-  Diyelim ki Tri Misanın “Pentagona füze isabet etti” tezi doğru değil. O zaman eğer uçağın isabet etmesi 110 katlı 2 kuleyi çökertebiliyorsa nasıl oluyor da benzer bir durumda Pentagon’un hatta tek bir kanadı bile çökmedi? Gerçi Amerika savunma bakanlığı isabet alan kanadın desteklendiğini ve daha önceden binanın bu kısmını onarmak istediğini iddia ediyor. Ancak bu itiraf bile Pentagon’un olaydan daha önce haberdar olduğunu gösteriyor.
4- Uçakların hızlı bir şekilde kulelere isabet etmesi çökmesinin sebebi olduğu iddiası da geçersizdir. Çünkü bu kuleler Atlantikte esen şiddetli fırtınalara dayanacak şekilde tasarlanmıştı ve 30 yıllık yaşamı boyunca hiçbir titreşim bile yaşamamıştı. Daha da ilginç olan nokta, her uçağın iki kanadının toplam boyu, kulenin eninden daha azdır.                                                                                                                                                     
O zaman nasıl oldu da kuleler isabet aldıktan 30 dakika sonra birden bire kendi içinde çökmeye başladı? 
                                                                                                                                                  
Neden isabet alan ikinci kule birinci kuleden önce çöktü? Tüm bunlar kulelerin daha önce yerleştirilmiş patlayıcılarla çöktüğünü ispatlıyor.
5-   Diyelim ki kuleler uçakların isabet etmesi sonucu çöktü. Ancak kulelerin yakınında bulunan siyah binanın çökmesi nasıl izah edilebilir? Olay sırasında hazır bulunan itfaiye görevlileri şöyle diyor: Kulelerin giriş katlarının kapıları kapalıydı. İçeride kalan insanlar camlara vurup yardım istiyordu ve kulelerin çökmesinden önce bodrum katlarından patlama sesleri duyulmuştu. Tüm bu açıklamaları reddetsek bile nasıl dünyanın en yüksek kulelerinde acil çıkış yolu öngörülmemiş olabilir? Neden tüm kapılar kapalıydı ve asansörler çalışmıyordu ve insanlar kendilerini camlardan dışarı atıyordu?
Kurtarma operasyonu için yarım saat süre varken neden bir tek kişi bile kurtarılmadı? Paragua’da bir markette çıkan yangında mağazanın sahibi malları yağmalanmasın diye kapıların kapatılmasını emretti ve yüzlerce kişinin ölümüne sebep oldu. Ama 11 Eylülde neden böyle yapıldı? Acaba daha fazla insanın telef olması ve mazlumiyet göstergesinin tamamlanması için mi? Tarih bu olayın benzer örnekleri ile doludur. Haziran 1967’de İsrail deniz altısı, ilkin Amerika’nın Liberty gemisinin telsizini vurduktan sonra bu gemiyi batırdı ve daha sonra olayı ifşa edebilecek hiçbir tanığın olmaması için kurtarma botlarını vurdu ve olayın failinin Araplar olduğunu iddia etti. Bu olayda daha da ilginç olan konu, hiçbir helikopterin gemide çıkan yangını söndürmek veya insanları kurtarmak için gelmezken birkaç helikopter olayı görüntülemekle meşguldü!.                               
11 Eylülle ilgili bir görüş de şöyle: CIA uçakların bilgisayarını kulelere çarpmaları için programladı ve isabet etmelerinden sonra halkın bu manzarayı görüntülemeleri için yarım saat bekledi, daha sonra önceden yerleştirilmiş patlayıcıları hızlı bir şekilde ve aşamalı olarak infilak ettirdi ve kulelerin çökmesini sağladı. CNN de kulelerin çöküş görüntülerinin hemen ardından 10 YIL ÖNCE ÇEKİLEN Filistinlilerin sevinç gösterilerini yayınladı. Daha sonra oyuncu Bin Ladin’in El-Cezire kanalında yayınlanan kaseti (ki CIA bu kasetin Bin Ladin olduğunu onayladı!)devreye girdi ve 11 Eylülü Müslümanların başına yıkarcasına El-Kaide’nin daha ileriki saldırılarını duyurdu. Bunun akabinde Bush İslam dünyasını haçlı savaşlarıyla tehdit etti ve… Gerçekte uçaklar kulelerin alt kısmına çarpması gerekiyordu, böylece çöküşlerin uçakların isabeti sonucu olduğu gerekçesi gerçekçi gözükecekti. Ancak bu durumda şimdiki efsanevi manzara ortaya çıkmayacaktı. Bu yüzden uçaklar üst katlara isabet etmişken alt katlardan çökme olayının başlaması, olayın alt katlarda yerleştirilen patlayıcı maddelerce gerçekleştiğini gün ışığına çıkarıyor.
Bush yönetimi 11 Eylül hadisesinden birçok rant elde etti. Çünkü bu olay Bush’un tüm sorunlarını maskeledi, ancak Bush hiç bir zaman bu çıkarına değinmedi. Kulelerin çökmesinden zarar gören Amerika’nın tüm iktisadi kurumları zararlarını telafi ettiler, öyle ki Amerika’nın 2002 yılının ilk 4 ayında iktisadi büyüme oranı %5’e ulaştı (6). Amerika dünyaya musallat olmak ve büyük güçleri rekabet yerine işbirliğine zorlamak için dünyada kendi liderliğinde bir güvenlik sistemi oluşturmak zorundaydı ve 11 Eylül hadisesiyle bu fırsatı yakaladı. Günümüzde adam kaçırmak, bombalama ve terör olayları artık sıradan işler sayılırken bir yolcu uçağının 2 sivil binaya çarpması hiç yaşanmamıştı. Bu kanlı olay boyutları bakımından dünya üzerinde derin psikolojik etki yaptı, insanları kandırmayı başardı, devletleri Amerika ile işbirliğine zorladı ve Beyaz Sarayın eline bu tür olayların gerçekleşmemesi korkusundan kaynaklanan büyük bir koz verdi. Böylece Beyaz Saray kendi ürünü olan terörizmle mücadele bahanesiyle işlediği cinayetleri ört bas etme fırsatı elde etti.   Kaynaklar:                                                                                                                                                           
1)      Fiinancial times – ock. 17,2002                                                                                                                         
2)      Washington Post- Ock. 17,2002                                                                                                              
3)      Newyork times –Sep.20.2002                                                                                                                       
4)      Newyork times, Nov. 6,2002                                                                                                                 
5)      Siyonizmin imajı, sayfa 27 ve 32                                                                                                                       
6)      Ekonomist, sep. 16,2002
Von Bülow 11 Eylül’den Ötürü ABD Yönetimini Suçluyor :
Prison Planet.com 21 Nisan’da, eski Alman parlamenteri, bakanı ve Alman istihbaratının eski şefi Andreas Von Bülow’la bir röportaj gerçekleştirdi. Geçtiğimiz günlerde Almanya’da “Die CIA und der 11 September: Internationaler Terror und die Rolle der Geheimdienste” adlı çok satan bir kitabı yayımlanmış bulunan Von Bülow röportajda ABD’nin –büyük olasılıkla İran’a karşı bir askeri müdahale için- 11 Eylül benzeri bir sahte bayrak operasyonu gerçekleştirebileceğini belirtiyor. Aşağıda, 21 Nisan’da yapılan bu röportajın geniş bir özetini sunuyorum. Yazının bitimindeki açıklayıcı notlar bana aittir.
Garbis Altınoğlu, 24 Nisan 2006
Eski Alman Bakan, 7 Numaralı Binanın 11 Eylül Saldırısı İçin Kullanıldığını Söyledi
Paul Joseph Watson ve Alex Jones/Prison Planet.com, 21 Nisan 2006

ABD (Amerika), Ay'a Hiç Gitmedi Mi?

The first moonlanding by Apollo 11(1969)

ABD (Amerika), Ay'a Hiç Gitmedi Mi?

Armstrong, Ay'a Hiç Ayak Basmadı mı?

Amstrong, Apollo 11 ile 20 Temmuz 1969'da Ay'a gitti mi? Yoksa o fotoğraflar, Nevada Çölü'nde kurulan bir stüdyoda mı çekildi? Bu, yıllardır süregelen, komplo teorisyenlerini en sevdiği konudur. Kimilerine göre; "Amerika, 1969'daki teknolojiyle aya gitmiş olsaydı, günümüzde Ay, Amerika'nın bir üssü durumunda olurdu. Ama o tarihten beri hiç aya insanlı uçuş olmadı. 1969'lu yıllarda bilgisayarlar TIR'larla taşınıyorken mekiğe nasıl sığdırıldı?" diyor. Kimileri ise Ay'a gidildiğine inanıyor. [1]

Ay'a Basılan Ayağın İzi Ortada Yok

Aya seyahatin orijinal görüntülerini incelemek isteyen bilim adamına NASA:"Görüntüleri bulamıyoruz!" dedi. "Zaten hepsi tezgahtı" diyen komplo teorisyenleri atağa geçti.

«Benim için küçük, insanlık için büyük bir adım...»
Neil Armstrong'un 37 yıl önce dünya tarihine geçen bu sözünün artık hiçbir kanıtı yok. O anın orijinal görüntülerinin, NASA'nın Maryland'deki üssünde kaybolduğu ortaya çıktı. Avustralyalı bir bilim adamı tarafından ortaya çıkarılan olay, "ABD Ay'a gitmedi. Görüntüler stüdyoda tezgahlandı" tezini savunan binlerce komplo teorisyenini de sevindirdi. Teorisyenler, NASA'nın sırrını örtbas etmek için kasetleri ortadan kaldırdığına inanıyorlar.[2]

Astronotlar, Bir Film Stüdyosuna İndi

Temsili Ay'a iniş görüntüleri, geniş bir alana kurulu San Benardino yakınlarındaki Norton Hava Üssünde gerçekleştirildi. [3]

Tarihi Önemi Çok Büyük

Ay'dan gelen görüntülerin tarihiyle ilgili bir araştırma yapan Avustralyalı bilim adamı John Sarkassian, NASA'ya başvurarak kasetleri izlemek istediğini söyledi. Ancak tüm aramalara rağmen kasetler bulunamadı. Hiç kimse kasetlerin yerini bilmiyordu. Bu olay bilim dünyasını ayağa kaldırdı. Bilim adamları şimdi büyük bir engelle karşı karşıya olduklarına inanıyorlar. Orijinal görüntüler, manyetik bantlara kaydedildiği için bozulma riskleri çok yüksek ve bir an önce bulunup dijital disklere kaydedilmeleri gerekiyor. Yoksa, gelecek nesiller, insanlık için büyük adımları sadece bozuk televizyon görüntülerinden izleyebilecek.

Detaylar, Görülemiyor

20 Temmuz 1969'da gerçekleşen seyahat, NASA'nın zamanın son teknolojisiyle üretilen kameraları tarafından canlı olarak yine NASA'nın Kaliforniya ve Avustralya'daki televizyon istasyonlarına gönderildi. O zamanlar bu görüntüleri işleyecek teknolojisi olmayan televizyon kanalları ise orijinal görüntülerin yansıtıldığı perdelerden çekim yaptılar. Bu nedenle detaylar, orijinallerindeki kadar net olarak görülemiyordu. Manyetik bantlı video kasetlere kaydedilen orijinal görüntüler ise 1970 yılında ABD Ulusal Arşivleri'ne kaldırıldı. Ancak görüntüler, 1984'de hiçbir neden belirtilmeden Maryland'deki Goddard Uzay Üssü'ne taşındı

Lander, Oraya Elle mi Kondu?

Dalgalanan ABD bayrağının arkasında duran lander (astronotları ay yüzeyine taşıyan cihaz) çok kuvvetli bir iniş mekanizmasına sahiptir. Fakat bu kuvvetli iniş mekanizması ay yüzeyinde hiçbir krater veya benzeri iz oluşturmamıştır. Oysa daha önceki fotoğrafta bir insanın ayak izi bile net bir iz oluşturmuştu. Nasıl oluyor da bu koskoca alet iniş ve kalkışta hiçbir çukur açmıyor? [3]

Stüdyoya mı Ayak Basıldı?

Komplo teorisyenlerine göre aya hiç gidilmedi, tüm görüntüler bir stüdyoda çekildi. ABD, SSCB ile bir uzay yarışına girişmiş, rakip uzaya insan göndererek öne geçmişti. NASA da buna karşılık, Ay'a gittik yalanını uydurdu. İşte komplo teorisyenlerinin iddiaları:
  1. 70 kilo olan Neil Armstrong, yüzeyde derin izler bırakırken, 1 tonluk uzay aracı neden hiçbir iz bırakmıyor?
  2. Astronot gölgede kalmasına rağmen nasıl bu kadar net ve parlak görülüyor?
  3. Güneş gibi çok uzak bir ışık kaynağından bu kadar güçlü bir ışık gelip de taşların bu şekilde gölge yapmasına neden olamaz. Ama stüdyodaki spotlar yapabilir.[2]
  4. Hesaplamalara göre Ay yüzeyindeki gündüz sıcaklığı 260 ile 280 Fahrenhayt arasında değişiklik gösteriyor. Bu derecedeki sıcaklıkta filmler erir ve insanlar muhtemelen rahatsız olur. Hatta muhtemelen ölür! Peki ama astronotlar, neden bu kadar rahat görünüyor?
  5. Ay'a aslında hiç ayak basılmadı.aya hİç gidilmedi.
  6. Ay'ın görünmeyen karanlık yüzündeki hava sıcaklığının eksi 41 dereceye kadar düştüğü biliniyor. Eksi 40 dereceden itibarense cisimlerin kırılganlık derecesinin arttığı biliniyor. Bu sıcaklıkta elektrikli cihazlar çalışmaz Araba akülerini çalıştırmak da zordur. Sıcaktan soğuğa geçerken yaşanan bu ani ısı değişikliği cisimlerde esnemelere ve kırılmalara sebep olur. Peki ekipmanlar ve astronotlar nasıl bu kadar rahat çalışabiliyor ?
  7. Niye 1/6'lık bir yerçekimi oranında astronotlar yürüme ile zıplama arasında gidip gelen hareketler yapıyorlar ? Televizyon çekimlerinin birinde astronotun zıplamak için dizlerini büktüğü ama sonuçta bir kaç adımdan öteye gidemediği gözleniyor. Astronotlar yerçekiminin 6 kat daha az olduğu bir ortamda niçin normal bir insanın yeryüzünde zıplayabileceği kadar bir mesafeye zıplayabiliyorlar ?
  8. Bunun yanı sıra çekilen görüntülerde astronotların sert bir şekilde dizlerinin üstüne düştükleri birkaç sahne görüyoruz. Peki böylelikle kendilerini büyük bir riske atmış olmuyorlar mıydı ? Ya basınca dayanıklı elbiseleri yırtılsaydı ?
  9. Bilindiği gibi yeryüzünden 250 ve 750 mil yükseklikteki mesafeler arasında kalan bölgeye Van Allen Kuşağı ismi veriliyor. Bu kuşak güneşten gelen radyoaktivite yüklü ışınların dünyaya gelmesini engelliyor. Astronotların Ay'a gidebilmesi için bu kuşak içinden geçmeleri gerekiyor. Bir insanın buradan geçebilmesi içinse 4 metre kalınlığında bir kurşun tabakasıyla kaplanmış olması gerekiyor! [4]
  10. Amerika 1969'daki teknolojiyle Ay'a gitmiş olsaydı; günümüzde Ay, Amerika'nın bir üssü durumunda olurdu. Ama o tarihten beri hiç Ay'a insanlı uçuş olmadı...
  11. Günümüzde Japonlar, ileri teknolojiye sahip olduğu halde neden Ay'a gidemiyor?
  12. Ay'a dikilen Amerikan bayrağı, dalgalanıyor. Havanın, doğal olarak da atmosferin olmadığı bir yerde bayrağın dalgalanması ne kadar mantıklı? Bu dalgalanma, orijinal Ay'a iniş görüntülerinde açık seçik görülebilmektedir.
  13. Ay üzerindeki ısı, Güneş ışını altında +102 dereceye kadar çıkar. Gölgede ise 157 dereceye kadar düşer. Düşünün, sıfırın altında -157 derece soğuk ve +102 derece sıcak. Astronotlar, bu ısılara nasıl dayanabiliyorlar?
  14. Ay'daki bu sıcaklıkta, Dünya'da kullanılanlardan farklı görünmeyen kameraların içindeki filmler, nasıl erimiyor; ya da bozulmuyor? Ayrıca Ay yüzeyinin gölgede kalan kısmında gündüz kısmına geçerken çok yüksek ısı değişimi olacağından genleşmeler olur, Yani cisimlerde esnemeler ve kırılmalar olur. Buna nasıl engel olunuyordu?
  15. Uzay mekiğinin modülü, Ay'a iniş yapıyor ve indiği yerde o sıcaklığa rağmen hiç yanık izi yok Oysa, sonradan gönderilen insansız araçlarda bu yanık izi var. NASA yetkilileri; "Toz nedeniyle yanık olmadı." diyorlar. Ama bu defa mekiğin Ay'a indiği geniş ayakçıklarda hiç toz yok.
  16. Ay'daki yerçekimi, Dünya'dakinin 1/6 'sı kadar. Peki görüntülerde zıpladığı görülen astronotlar, zıpladığında neden bir adımdan öteye gidemiyor?
  17. Ay'a gönderilen Apollo uzay aracı, saatte 6.000 kilometre hızla hareket eden meteorlar arasından parçalanmadan Ay'a nasıl gitti ve geri döndü?
  18. Aracı kullanmaktan çok âciz olan ekip, 6 defa Ay'a iniyor ve hiç sorun olmuyor. Mekiğin tasarımcısı; "Ay'a gidip, geri canlı gelme ihtimâli, neredeyse % 0.0017; yâni imkânsız gibi bir durum." diyor.
  19. Ay'daki tek ışık kaynağı Güneş'ken; astronot resimlerindeki gölgeler, ışık kaynağının çok farklı yönlerden geldiğini gösteriyor ve profesyonel Fotoğrafçılar, bunun ancak ışıklandırma ile mümkün olacağını söylüyorlar.
  20. Mekikten inen astronot, karanlık bölge tarafından iniyor; ama astronotun tüm kıyafetindeki en ince ayrıntı bile görünüyor.
  21. Kamerayla farklı günlerde farklı yerlerde çekim yaptığını söylerken 2,5 mil ilerliyorlar ve görüntü geliyor. Aynı film, üst üste bindirildiğinde görüntüde hiç bir fark yok.
  22. Kamerada bulunan + işareti, bazen görüntülerin arkasında kalıyor Bu da görüntünün üstüne resimlerin bindirildiğini gösteriyor.
  23. Gus Crissom adlı astronot, Apollon'un bilgilerini dışarı sızdırıyor ve herkes, öldürülmesini beklerken yakalanıyor ve bir müddet sonra yeniden mekik araştırmasına katılıyor ve bir denemede 3 astronot mekiğe biniyor. Mekiğin içi, birden alev alıyor ve kapılar açılamadığından 3 astronot, içerde yanarak ölüyor.
  24. Uzayda Dünya'nın 500 mil dışında Güneş'teki patlamalardan kaynaklanan çok kuvvetli bir Radyasyon Var. İşte Bu Radyasyon Nedeniyle Ruslar Asla Aya İnsan İndirmediğini Açıklarken Ve Bu Radyasyondan Kurtulmak için çok Kuvvetli Radyasyon Önleyiciler Kullanmışken Apollo'nun Kağıt Kadar İnce alüminyumla Bunu Engellemiş Olması İmkan Dahilinde Bile Değil.
  25. Boron Adlı Bir Astronot Apollon'un Tam Bir Fiyasko Olduğunu Söylüyor Ve 500 Sayfalık bir Rapor Hazırlıyor Meclise Ama Arabasına Tren Çarpıp Ölüyor Ailesi İle Birlikte Ölürken Raporu Asla Bulunamıyor.
  26. Ayrıca Aydan Kalkarken Mekiğin Fırlatılması Esnasında Bırakılan Lunar'dan İz Yok.
  27. Ay'a "insanlı" uçuş, 1969'daki teknolojiyle bile ne kadar imkansız. Hatta bugünümüzün teknolojisinde bile çok zor.[5]
  28. Fotoğraflardaki astronotların gölgeleri neden farklı boyutlarda ? Oysa Ay üzeride tek ışık kaynağı var.
  29. NASA'ya göre: "Ay yüzeyini bir tepsi gibi düşünürsek gölgelerden şüphelenmekte hakliyiz ancak ancak astronotların bir yamaçta olduğunu ve farklı seviyelerde olduğunu düşünürsek gölgelerin uzunluklarının ayni olmaması normal. Ayrıca burası bir stüdyo ise neden tek gölge var ?"
  30. Modülün altında niye iz yok ? Teknik özelliklerine bakılırsa Ay modülünün roketi yaklaşık 1.5 ton basınç çıkarıyordu. Ay yüzeyi taşlı ve tozlu ise modülün altında küçük bir krater oluşması gerekmez miydi ?
  31. Ay'da atmosfer yok, öyleyse neden tüm fotoğraflarda hiç yıldız görünmüyor ? Gökyüzü neden simsiyah ?
  32. Fotoğrafla ilgilenenler bilirler, fotoğrafta alan derinliği yani netliği odakladığınız bolum vardır. NASA yetkilileri, bu fotoğraflarda netliğin on plandaki nesnelere göre ayarlandığını yıldızların da bu yüzden görünmediğini savunuyor.
  33. "Man on the Moon" fotoğrafında ufuk çizgisine yaklaştıkça karanlığın arttığı görülüyor. Oysa atmosferi olmayan Ay'da ufuk çizgisinin daha keskin ve parlak olması gerekir.
  34. NASA'nın açıklamasına göre Ay'a Neil Armstrong ve Buzz Aldrin ayak bastı. Peki fotoğrafta görülen  3. kişi kim ? Ya da orası neresi ? [3]

Niçin Aldatıldık?

ÇÜNKÜ: ABD yönetimi, uzay çalışmaları için 30 milyar dolara yakın para harcadı. basarisiz olunsaydı halk vergilerinin hesabini soracaktı. Oysa Ay'a ayak basılınca bütçe onlarca katlandı.

ÇÜNKÜ: O günlerde ABD hükümetinin üzerine Vietnam savaşının kara bulutları çökmüştü. Gündemin değişmesi gerekiyordu. Astronotlar Ay'a gidince akıllar da Ay'a gitti. Ve savaş unutuldu. İnanmayanlar tarih kitaplarına baksın. Ve iki olayın ne kadar eşzamanlı olduğunu görsünler.

ÇÜNKÜ: SSCB uzay yarışında önde gidiyordu. One geçmek için tek yol Ay'a ayak basmaktı.[3]
Komplo teorisyenlerine göre insanoğlu hiçbir zaman Ay'a gitmedi ve bizler Amerikan hükümeti tarafından aldatıldık. Peki ama neden ? Doğrusu bunun için öne sürülen sebepler en az Ay'la ilgili olanlar kadar ilginç. Üç nokta üzerinde birleşiliyor : Para dikkat dağıtmak ve uzay yarışını kazanmak. Komplo teorisyenlerine göre; Amerikan hükümeti uzay çalışmaları için 30 milyar dolar harcamıştı. Olası bir başarısızlıkta vergi konusundaki hassas kamuoyu bunun hesabını sandıkta soracaktı. Giden paraları taçlandırmak için böylesi parlak bir senaryo geliştirildi ve uygulandı. Gururlanan halk artık parasının peşine düşmeyecekti.

Bir başka iddiaya göre senaryo kamuoyunun dikkatini dağıtmak için geliştirildi. "Wag The Dog" isimli filmi seyredenler hatırlar; ABD Başkanı'nın 12 yaşındaki bir kız çocuğu ile ilişkisi vardır ve seçimlerden bir hafta önce medya bunu öğrenir. Kamuoyunun dikkatini dağıtmak isteyen Başkan, Arnavutluk'a savaş ilan eder. İşte Ay uçuşları da aynı amaca hizmet ediyor. Buna göre Amerikan halkının kötü giden Vietnam Savaşı'na yönelik itirazlarını dindirmek isteyen hükümet, sahte Ay uçuşlarını gündeme soktu. Dikkatle bakıldığında Vietnam Savaşı'nın bitimiyle Ay uçuşlarının bitirilmesi aynı döneme rastlamaktadır!

Son mantıklı açıklama ise iddia edilen tezgahın Sovyetler Birliği ile o dönemde yapılan kıyasıya Uzay Yarışı'nın kazanılmasına yönelik olduğu. Sovyetler karşısında daha fazla rekabet edemeyeceğine kanaat getiren ve aynı zamanda daha fazla para harcamak da istemeyen Amerikan hükümeti bir taşla iki kuş vurdu. Hem yarışa son noktayı koydu hem de rakibi karşısında yıllar boyu sürecek olan psikolojik bir üstünlük ele geçirdi. Bu " Tamam biz bu işten çekiliyoruz " demekten daha kolaydı üstelik... [4]

Gündemin Değişmesi Gerekiyordu

Aya gidildiğine inanmayanlar için o tarih de çok önemlidir. Çünkü o günlerde ABD hükümetinin üzerine Vietnam savaşının kara bulutları çökmüştü. Gündemin değişmesi gerekiyordu. Savaş bir süreliğine unutulmalıydı. Bu arada o zamanlar Amerika'nın karşısındaki tek güç olan SSCB ise uzay çalışmalarında açık ara öndeydi. Amerika uzay çalışmalarına 30 milyar dolar harcamış ama elle tutulur bir başarı elde edememişti. Bu nedenle ne yapıp edip SSCB'nin ulaştığı başarıları geride bırakmalıydı. O yüzden Nevada'da bir stüdyo konuldu ve aya gidilmiş gibi yapıldı.

Aya gidildiğine inanmayanlar bu fotoğraflarla iddialarını kanıtlamaya çalışıyorlar. Ne dersiniz aya gidildi mi gidilmedi mi?

Kaynaklar

[1] www.palhaber.com/haber/bilim-teknoloji/bilim-teknoloji-genel/amerika-aya-hiç-gitmedi-mi.html
[2] www.bilimselforum.com/index.php?topic=88.0
[3] www.gazeteler1.com/haber_detay.asp?id=108
[4] www.tatliaskim.com/gizemli-dosyalar/242474-ay-aslında-hic-ayak-basilmadi-aya-hic-gidilmedi-isde-resimli-kanitlar.html
[5] http://azbirazblog.blogspot.com/2009/01/amerikallar-aya-hi-gitmedi-mi.html

Dubai'de ilk robot polis görev başına geçiyor

Dubai'de görev yapacak ilk robot polis emniyet yetkilileri tarafından kamuoyuna tanıtıldı.

Robot polisler, kentteki alışveriş merkezlerini ve turistik ziyaret yerlerini denetleyecek. Ayrıca insanlar robota suç ihbarında bulunabilecek, ceza ödeyebilecek ve göğsündeki dokunmatik ekran üzerinden bilgi alabilecek.

Robot polisler, kentteki alışveriş merkezlerini ve turistik ziyaret yerlerini denetleyecek. Ayrıca insanlar robota suç ihbarında bulunabilecek, ceza ödeyebilecek ve göğsündeki dokunmatik ekran üzerinden bilgi alabilecek.
25.05.2017 - 09:41

3D YAZICIYLA ÜRETİLEN ROKET UZAYDA

Şirketin amacı uzayı daha ulaşılabilir kılmak. Electron isimli 17 metre uzunluğundaki roketin üretimi 4 yıl sürdü.

FIRLATIŞ MALİYETİ 5 MİLYON DOLAR

Electron, Yeni Zelanda'daki tesisten fırlatılan ilk roket oldu. Fırlatışın maliyeti yaklaşık 5 milyon dolar. Rocket Lab roketleriyle uzaya uydu fırlatma fiyatları ile 77 bin dolardan başlıyor.
ABD-Yeni Zelanda ortaklığı olan Rocket Lab şirketinin, üç boyutlu yazıcı kullanarak ürettiği roketYeni Zelanda'nın kuzey adasındaki Mahia bölgesinden fırlatıldı.

28 Mayıs 2017 Pazar

Üç klon insan var ve Doğu Avrupa'da yaşıyorlar

İnsan klonlamaya yasak getirilmişti. Ama tüp bebek uzmanı ünlü doktor şok bir açıklama yaptı. Doktor, klonlama (genetik kopyalama) yöntemiyle 3 bebeği dünyaya getirdiklerini, bunların 9 yaşında olduklarını ve Doğu Avrupa'da yaşadıklarını söyledi.

Dünyada kopya insan yöntemiyle uğraşan ilk doktor olarak tanınan İtalyan Severino Antinori, klonlama (genetik kopyalama) yöntemiyle 3 bebeği dünyaya getirdiklerini, bunların 9 yaşında olduğunu ve Doğu Avrupa'da yaşadıklarını söyledi.

Antinori, İtalya'da yayımlanan Oggi dergisinin yarın yayımlanacak sayısındaki demecinde, “İnsan klonlama tekniğiyle 3 çocuğun doğmasına yardımcı oldum. İkisi erkek, biri kız ve bugün 9 yaşındalar. Sağlıklı doğdular ve şu anki sağlık durumları da çok iyi” ifadesini kullandı.

KOPYA KOYUN DOLLY İÇİN KULLANILAN YÖNTEMİN GELİŞTİRİLMİŞ OLANI

Severino Antinori, Doğu Avrupa ülkelerinde yaşayan çocukların ailelerinin özel yaşamlarına saygı göstermek zorunda olduğu için ayrıntı veremeyeceğini, ancak İskoç Profesör Ian Wilmut'un ilk kopya hayvan Dolly'yi üretirken kullandığı tekniğin geliştirilmiş halini kullandıklarını belirtti.
64 yaşındaki Antinori, 5 yıl önce dünyada klonlama yöntemiyle 3 çocuğun dünyaya geldiğini söylemiş, ancak ayrıntı vermemişti. Severino Antinori, 1994'te 63 yaşındaki bir İtalyan kadının doğum yapmasını sağlayarak üne kavuşmuştu.

ETRAFIMIZDA BİLMEDİĞİMİZ BAŞKALARI DA MI VAR

İnsan klonlamanın halen yasak olmasına rağmen bu olayın nasıl gerçekleştiği şimdi araştırılıyor. Dr. Antinori'nin açıklamasıyla "etrafımızda klon insanlar var mı?" sorusunu gündeme getirdi. İtalya'da büyük tartışma başladı.

Aydın’da 5 ton domuz eti ele geçirildi

Aydın’ın Koçarlı İlçesi’nde, jandarmanın yaptığı operasyonla yaklaşık 5 ton satışa hazır domuz eti ele geçirdi. Olayla ilgili 4 kişi gözaltına alındı. Olay, bugün saat 19.30 sıralarında Yeniköy Mahallesi’nde meydana geldi. Ahmet Taş’a ait ahırlarda domuz kesildiği ihbarı üzerine jandarma harekete geçti. Düzenlenen operasyonla, ahırlarda kesilerek satışa hazır hale getirilmiş, yaklaşık 5 ton domuz eti bulundu. Koçarlı Belediyesi Zabıta ekipleri, domuz etlerini kepçeyle traktörlere yükleyerek belediye tarafından belirlenen bölgeye götürüp imha etti. Olayla ilgili gözaltına alınan 4 kişinin jandarmadaki işlemlerinin sürdüğü belirtildi.

Hurma parası İsrail’e gidiyor

Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) verilerine göre, Türkiye, son 5 yılda yaklaşık 104 milyon dolarlık hurma ithal etti. 2012’de 14 bin 842 ton, 2013’te 17 bin 921 ton, 2014’te 23 bin 371 ton, 2015’te 25 bin 658 ton, 2016’da 26 bin 772 ton olmak üzere 5 yılda toplam 108 bin 564 ton hurma ithalatı gerçekleştirdi.

Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) verilerine göre, Türkiye, son 5 yılda yaklaşık 104 milyon dolarlık hurma ithal etti. 2012’de 14 bin 842 ton, 2013’te 17 bin 921 ton, 2014’te 23 bin 371 ton, 2015’te 25 bin 658 ton, 2016’da 26 bin 772 ton olmak üzere 5 yılda toplam 108 bin 564 ton hurma ithalatı gerçekleştirdi. Hurma ithal edilen ülkelere, 2012-2016 döneminde hurma için ödenen tutar 103 milyon 968 bin dolar olarak kayıtlara geçti. Dış ticaret verilerine göre, 2015 yılında 25 bin 658 ton hurma ithalatına karşılık 20.2 milyon dolar ödenirken, geçen yıl 26 bin 771 tonluk hurma ithalatının faturası 36.4 milyon dolara çıktı.
 
Hurma ithalatı en fazla İran, Suudi Arabistan, Tunus, İsrail ve Irak’tan yapıldı. Hurma ithalatına karşılık en fazla ödeme yapılan ülkeler ise Suudi Arabistan, İran, İsrail, Tunus ve Filistin olarak sıralandı. Türkiye’nin hurma ithal ettiği diğer ülkeler arasında Çin, Güney Afrika, Libya, Birleşik Arap Emirlikleri, Mısır, Pakistan, Ürdün ve Cezayir de yer aldı.
 

EN ÇOK İSRAİL’E ÖDEDİK

 
Ramazan ayının yaklaşmasıyla birlikte tezgahlardaki yerini alan hurmanın ithalatı bu yılın ilk çeyreğinde arttı. Bu yıl Ocak-Mart dönemi hurma ithalatı 2016’nın aynı dönemine göre 2 bin 254 ton artış gösterdi. Buna göre 2016 Ocak-Mart döneminde 5 bin 173 ton hurma ithalatı karşılığında 3 milyon 390 bin dolar ödenirken, bu yıl 7 bin 427 ton hurma için 11 milyon 362 bin dolar ödeme gerçekleşti. İlk çeyrekte İran’a 4 bin 41 ton hurmaya karşılık 2 milyon 623 bin dolar dolar ödeme gerçekleşti, İran miktar bakımından ilk sırada yer aldı. İsrail ise 3 milyon 458 bin dolar değerindeki 665 ton hurma ithalatı ile en fazla ödeme yapılan ülke sıralamasında ilk sıraya yerleşti.

26 Mayıs 2017 Cuma

Ortadoğu’da bilmediğimiz anlaşmalar

Ortadoğu’da bilmediğimiz anlaşmalar

Ortadoğu gerçekten müthiş bir “çıkarlar arenası”. Araştırdıkça, okudukça, bazı olayların üzerine örtülmüş çelik kapakları kaldırabildikçe ortaya inanılmaz oyunlar, planlar, menfaatler ve bu uğurda kurban edilmiş on binlerce masum insan çıkıyor.
Rahmetli annem Fransızca eğitim vermiş olan bir lisenin mezunu. Lisenin adını hatırlamıyorum. Fransızcası çok iyiydi annemin. “Dublu Ve” diye tanımladığı “W” harfini ilk kez ondan duymuştum. Yabancı dil öğrenme yeteneği çok yüksekti. Babam hangi ülkeye gönderilse, o ülkenin yerel dilini 2-3 ay gibi kısa bir zaman içinde konuşmaya başlardı. Bu nedenle de benim bildiğim kadarı ile Fransızcası, İngilizcesi ve Arapçası çok iyiydi. Konuşabildiğini bilmediğim veya da duymadığım birkaç dili daha olduğundan eminim. 
Gelelim esas konuya; ABD başkanlarından oğul George W. Bush’un lakaplarından bir tanesi “Dubya”dır. Bu kelime “W” harfinin Teksas’da söyleniş biçimi olduğu için, oğul Bush için kullanılır.
Rusya Federasyonu Başkanı Vladimir Putin’in lakaplarından bir tanesi “Çekiç Vlad”dır. Putin en çok bundan hoşlanır. 
 
68 yaşındaki Bandar bin Sultan, Prens Sultan bin Abdulaziz’in oğlu olup, Suudi krallığı ailesi mensubudur. Annesi ise Etiyopyalı bir köle olup babasının cariyesi idi. 1983-2005 yılları arasında tamı tamına 22 yıl müddetle Suudi Arabistan’ın Washington Büyükelçiliği görevini sürdürdü. 2005-2015 yılları arasında Suudi Arabistan Ulusal Güvenlik Konseyi Genel Sekreterliği’ni yaparken aynı zamanda da 2012 yılından 2014 yılına kadar Suudi Arabistan İstihbarat Teşkilatı Başkanlığı görevinde bulundu. 1 Temmuz 2014 tarihinden 29 Ocak 2015 tarihine kadar da Kralın Özel Elçisi görevini yaptı. Lakabı, baba ve oğul Bush’lar ile olan yakın dostluğundan dolayı “Bandar Bush”dur ve baba Bush tarafından takılmıştır. 
Bandar Bush’un ilk popülaritesi, İngiltere’nin Suudi Arabistan’a 43 milyar sterlinlik silah satışını garantilemek için İngiltere’den 1 milyar sterlin rüşvet alması ile olmuştu.
 
Suriye’deki iç savaşı başlatan kişi işte bu Bandar Bush lakaplı Bandar Bin Sultan. Nereden nereye, hangi menfaatler, hangi çıkarlar bu savaşı başlattı, gerçekten de çok ilginç. Büyük çıkarların neler pahasına elde edilmeye çalışıldığının çok güzel bir örneği Suriye iç savaşı. Tamı tamına, “Filler dövüşürken, karıncalar ezilir” sözünü ispatlıyor adeta.     
 
Dönemin ABD Dışişleri Bakanı Yardımcısı JeffreyFeltman ile Dubya’nın yakın dostu Bender Bush’un imzaladığı 1915’deki Sykes-Picot Anlaşması’nın benzeri “Feltman-Bender Anlaşması” Suriye’nin kötü kaderinin başlangıcı oldu. Çekiç Vlad ile ise baş aktör.   Suriye 2009 yılında Katar ile topraklarından geçecek bir petrol-doğalgaz boru hattı anlaşmasını imzalamayıp, İran ile daha kolay anlaşacağını düşünerek İran-Irak-Suriye boru anlaşması altına imza atmıştı. Moskova ise Gazprom’un Avrupa üzerindeki enerji tekelini Katar uğruna zayıflatmak gibi bir niyeti yoktu. 
 
Atılan bu imza, Irak’tan sonra parçalanma sırasını Suriye’ye taşıdı. Petrol ve doğalgaz kaynaklarının Batı tarafından daha güçlü bir şekilde kontrol altına alınması gereği ortaya çıktı. ABD Dışişleri Bakanı Yardımcısı Yahudi asıllı JeffreyFeltman ile Bush ailesinin dostu Suudi Arabistan Washington Büyükelçisi Bender Bin Sultan ortaklığında hazırlanan “Feltman-Bender Planı” devreye sokuldu ve Mart 2011’de iç savaş başlatıldı Moskova’nın Suriye ile ilişkisinin sadece silah satışı ile değil daha geniş çapta geostratejik çıkar ilişkisi olduğunu ve Rusya’nın Körfez ülkelerinin Avrupa’ya kadar boru hattı döşeyerek rakip olmasını ciddiye almadığını bilecek kadar zeki olan Bandar devreye girdi ve Vlad’den Suriye konusunda randevu talep etti.      
 
Bandar Bush’un Çekiş Vlad ile görüşmesi dört saat sürdü. Bandar’ınVlad’a teklifi, birkaç milyar dolarlık Rus silahlarının Suudi Arabistan tarafından satın alınmasına karşılık Vlad’ınBeşar Esad’ı desteklemekten vazgeçmesi ve BM’nin Uçuşa Yasak Bölge ilanına karşı çıkmaması oldu. Vlad bunu reddetti. Gerekçesi de ‘kaynayan bir Ortadoğu’nun Avrupa’ya doğalgaz gönderemeyeceği için Gazprom’un, diğer bir tanımlamayla da Rusya Federasyonu’nun, Avrupa üzerindeki tekelinin devam edeceği’ stratejisi oldu. 
Sonuç: Yakılıp yıkılan bir Suriye ile milyonlarca ölü ve göçmen…
 
Yukarıda anlattığımız tarihi gerçeklikler ışığında BM’nin, “Kıbrıs sorunun çözümü Kıbrıslı olacak” göz boyamacısına inanan varsa buyursun inansın, ben asla inanmıyorum!