30 Mayıs 2017 Salı

TÜRK EKOLÜ : Onlarca İnanç, Mezhep, Tarikat ve Siyaset savrulmasından sonra nihayet…

ani arada bir duyarsınız ya “Meğerse vefa İstanbul’da bir semtin adıymış.” diye… İşte, 2016’nın Mayıs başında kopan tespih ve dağılan boncuklar, Türk siyasal hayatının doruğunda –meğerse- yaşanagelmekte olan bir ilişki ve etkisindekilerin tarifinde böyle bir vefa ya da vefasızlık tarifine götürdü, bıraktı zihinlerdeki sözlükleri.
Tabii ki son yirmi ayla taçlandırılan siyasetin en tepesindeki iki adamın için için çürüyen ilişkileri, hüzne gark etti yüzde elli ikiyi. Hemen not düşelim; bu yüzde elli ikinin şimdilerde atmışa doğru tırmanmakta olduğunun haberini veriyor bize yoklamalar. Daha da artacak! Zira kopan tespih Ak Parti tarihinde 2012’de yaşanan yol ayrımının bir benzerine daha şahit tuttu Milleti Mübarekeyi. Bu şahadet, şu kadar yıllık Türk tarihinde denemediği yol bırakmayan millet için bidayete ve hatta onunla beraber öze dönüşün miladı oldu/olacak.. Ki o öze dönüşün adıdır Türk ekolü. Bundan böyle artık o! Zira diğer yolların tamamı denendi ve tıkandı.
Efendim! Her zaman ya da çoğu zaman yaptığımız gibi bu yazımızı da tarihten temellendirmek arzusundayız. Bu bağlamda evvela kavmin inanç tercihlerine bakalım. Malûm, milattan önceki çağlar için Orta Asyalı Yafes evlatlarından Türkoğulları için inanç biçenler, bir yakın zaman kavramı olarak “Şamanizm”i uygun görmüşlerdi. Yıllarca böyle öğrettiler mekteplerde: “Türkler Şamanist’ti!” “Peki, hakikaten böyle miydi?” derseniz cevabımız birçok tarihçiyle aynı: Asla! Şöyle ya da böyle; bu yazının mevzuu milat öncesinde bozkırlıların inancı değil; onu bir başka yazıda konu ederiz belki. Şimdi söylemek istediğimiz şu: Adı önceleri Şamancılık, bugünlerde Göktengricilik olarak belirlensin veya her ne olursa olsun Bozkır halkı, zaman içinde değişen sosyal ve coğrafi konumu nedeniyle ilk inancında hiç durmamış; tarihler böyle fısıldamakta kulaklarımıza. Girelim mevzua: Anayurttan ayrılıp yeni coğrafyalara at koşturmak gibi bir geleneğin sahibi olan Orta Asyalılar, ulaştıkları her toprağın halkının inancını benimsemekte o kadar teşneler ki… Menzile vardıklarının -neredeyse ikinci günü- ardından urbalarıyla beraber dinlerini de değiştiriyorlardı. Yani onlar için inanç, sırtındaki urba mesabesindeydi. Ta bu kadar ve kolayca!
Mesela Türkler, Sibirya’dan çıkıp Bozkır’a oradan Çin’e inip Ezoteriz’min merkezlerinden sayılan Hindistan’ın Gnostik kapısı Tibet’e yaklaştıklarında artık Şamanist değillerdi çünkü Budist olmuşlardı. Artık onlar için yer yeni, yol yeni, inanç yeniydi. Yani bir bakıma yeni bir ekolün paralı askerleriydi onlar. Hatta isimleri de başkalaşmış ve Uygurlar olmuşlardı.
Uygurlar olarak Çin, Tibet noktasında durmadılar tabi Bozkırlılar. Anayurttan çıkan yeni kuşağın yollarının üzerinde Pers iklimi vardı şimdi de. Ve Orta Asya Bozkırlıları, yeni ikametgahlarında Düalist Zerdüşt dininin müntesipleri olarak hizmet veriyorlardı Sogd Kisralarına.
Onlar orada dursun; biz Hazar denizinin kuzeyinden giden ve Deşti Kıpçak’a yerleşen Sakalara bakalım, kavmin ilk boylarından sayılan sucular ne âlemdeler? Tabii ki onlar da geleneksel inançlarını koruyacak değillerdi sosyogenetik geleneklerinin. Zaman içinde, Bizans’a yaklaşarak yeni ekollerin adamı oldular, hem de has adamı. Önceleri Mitraizm’ zakkum çiçeğinden kokladılar Bizans ekolünü sonra da İseviliğin Hristiyanlığa evrilmiş hâlinden. O bölgeden yani Deşt-i Kıpçak steplerinden çıkan en farklı ekol de Karaimler oldu. Hikâyeleri ilginç bir Türk kolu olarak tarihte yer tuttular Karaimler. Bir bakmak lazım…
İslamiyet’in Arap yarımadasından çıkıp dört bir yana yayılmaya başladığı, Dört Halife Devri ordularının Kafkasya’ya dayandığı yıllarda bir Şamanist Hazar Kağanı, İslamiyet’i kabul etti lakin sebat etmedi acer inancında ve daha sonra mürted oldu. Bunun üzerine bir yandan İslam’ın diğer yandan Bizans Hıristiyanlarının baskısı sonunda Hazar Kağanlığı, ilginç bir yola saptı ve üçüncü Semavi din tercihle Musevi oldu. Din tarihçileri onların mezhebinin adının Karailik olduğunu, bunun da Museviliğe ait aykırı bir mezhep olarak etiketlendiğini yazmaktalar. Bu yüzden Hazar devleti sakinlerine Karaylar ya da Karaimler dendi. Bu aykırı Musevilerin bölgedeki siyasi hakimiyetleri ta 1402 Ankara Savaşımızın sonuna kadar devam etti. Ancak Yahudi Türklerin tarihi başka devletlerin tebası olarak sürdü geldi. Timur’la birlikte dağılan siyasal birliklerinin ardından Karaylar, Polonya merkezli Avrupa bölgesine yerleştiler. Bir de bizim Karaköy’e yani İstanbul Galata’sına. Cumhuriyet dönemi yazalarından Refik Halit Karay, Karaimköy/Karayköy ekalliyetine mensup biriydi… Şimdilerde Karay ekalliyeti can çekişmekte Türkiye’de ve dünyada… Son kelaynaklar, bugün yarın terki dünya edecekler.
Bitmedi Bozkırlıların kolay din değiştirmelerinin örnekleri. Ural dağlarınının iki yanından, Şamancı olarak yola çıkan ve sözünü ettiğimiz Saka, Kıpçak, Hazar Bölgesinden batıya doğru akan, bir dolu Türksoylu, Avrupa’ya indiklerinde Roma ile karşılaştılar. Önce Pagan oldular. Akabinde Bizans’ın etkisiyle Ortodokslaştılar. Örnek mi Bulgarlar, Atillalı Hunları ve Avarlar. Ekol değiştirme tarihimizde en kötü hatırayı yaşatan bu Avrupalı kardeşlerimiz artık Şaman da değiller, Türk değiller; neredeyse tamamı Slavlaştı onların ve çoğu, daha sonra Rus adını alacak olan İskandinav Vareglerinin oyuncağı oldular.
Bu noktada, Ukrayna-Romanya aracığına sıkışmış olan Moldova bölgesine göçen Bozkırlıların bir küçük kolu olarak Gök Oğuz/Gagavuz’ları da anmadan geçmeyelim. Günümüzde de Çadır adlı şehirlerinde yaşayan bu Bozkırlı halk, biz Anadolululara en yakın Türk damarını oluşturmaktalar ama inançları Ortodoks Hıristiyan artık. Onlar gibi Finlandiya halkının temel direklerinden olan eski Ogur –ki bir nevi Oğuz onlar da- halkı da tıpkı Gagavuzlar misali Hıristiyan Avrupa dininin Protestan kolundan. Hemen ekleyelim Baltık Cumhuriyetlerinden Estonların da Orta Asya Bozkır Halkından olduğunu biliyor muydunuz?
Hıristiyan ekolüne kayan Türksoylular, sadece Avrupa arazisinde değiller; Asya’da da varlar ve onlara Altaylar adı veriliyor ve adını Sabar Türklerinden alan Sibirya bölgesinde yaşamaktalar.
Kabuk değiştirir gibi inanç değiştiren Bozkırlıların tarihi daha bitmedi elbette. Biz Oğuzluların da dahil olduğu “Ekoller tarihi”miz devam ediyor. Ancak bundan sonrasına bir genelleme yaparak bakalım. Bu genelleme dairesinde Bozkırlıların, Hazar’ın kuzeyinden gidenler kısmı Hıristiyanlaşırken; güneyinden gidenler bir başka inanca evrildiler. O inanç İslam’dı. Lakin! Hazarın güney yolunu tutanlar, yollarının üzerindeki ülkeden yani İran’dan geçerken bölgenin yeni yeni inancından etkilenerek Heteredoks İslam’ı benimsediler. Bölgede kalanlar, günümüzde İslam’ın Şii kolunu teşkil etmekte; orada kkalmayıp Anadolu’ya yürüyenler ise kavimlerinin onca tercihi içerisinde en sonuncusunu yaptı ve Ehl-i Sünnet vel Cemaat oldular. Uzun arayışların nihayetinde varılan “son inanç noktası”ydı bu; Türkler, bundan böyle Müslüman’dı ve Sünni ekoldendi. Artık burada duracaklardı ta Kıyamet’e kadar.
ma öyle olmadı! Evet, İslamiyet’in Sünni ekolündendiler lakin sahra topu gibi bir yere çakılmak bu kavmi kesmiyordu anlaşılan; bu kez de pergellerinin iğneli ucu Sünnilikte kalmak kaydıyla boşta kalan tek ayak üzerinden devam edeceklerdi “İnanç gezginlikleri”ne. Bundan böyle, boşta kalan tek ayağın seyran alanı tarikat coğrafyasıydı: Bu nedenle Bozkır Sünnilerinin kimi Kalenderi oldu, kimi Cavlaki, kimi Melami… Aralarında Hurifiliği deneyenler dahi vardı, öyle ki Koca Fatih bile bir ara heves etmişti, İranlı Fazlullah’ın “Harfler Mezhebi”ne. Sonra Mevlevilik ve Bektaşilik göründü inanç ufkunda ve benzeri gruplara ayrıldı Kutalmışoğlu Süleyman Şah’ın oğulları.
***
Ve sonra Osmanlılar, hükümran odular coğrafyada… Bu anlamda onların tercihi bir garipti: Askerlerini Hünkar Bektaşlığında tutarken sivil hayatlarında değişik ekolleri denediler. Yaygın olarak Nakşibendilik hakim oldu Osmanlı şehir hayatına. Kırsal bölgelerde Kadirilik kabul gördü. Bunların yanı sıra Rufailik ve benzeri Sufi tarikatların da bölge sakinleri arasından taraftar topladığını görmekteyiz.
Bu kabil, geleneksel ve “Doğu Meşrep” savrulmalar, İkinci Mahmut Han zamanına kadar dini düzlemde devam edip gitti. 1800’lü yıllardan itibaren ekol tercihlerinin kimyası değişti ve “Garbi Ezoteryan” oldu. Peşi sıra buradan siyasi ekoller baş gösterdi.
1805 yılında Batı’dan Batıni bir Ezoterik tarikat geldi ülkeye ve ilk Mason Mahvilleri açılmaya başladı Memalik-i Osmani’de. Aynı yüzyılın son çeyreğinde, Memalik’in Balkanlar cihetinde ve bilhassa Makedonya arazisinde, her köşe başında bir Mason Locası vardı artık; bunlardan bazısı “Fransız Riti”nde, bazısı “İskoç Riti”nde.
***
Ezoterik ekoller 1850’den itibaren, hızla dünyevileşmeye başladı. Genç Osmanlılar hareketiyle iş başı yapan, tercihler gayrı tamamen siyasiydi ve o yıllarda baş gösteren ekoller, günümüzde de geçerli olan politik ekollerin bidayeti, temeli, prototipi formundaydı.
Genç Osmanlılar olarak başlayan hareketi 1800’lü yılların son çeyreğinde çeşitlenme emareleri göstermeye başladığında, zaten adı da değişmiş ve onlar Jön Türkler olarak anılmaya başlamıştı. Jön Türklerin değişik kompartımanları, yaklaşan İkinci Meşrutiyete hazırlık olmak üzere gizlice partileşmekteydi. 1900’den sonra, bu siyasi kompartımanlardan bir damar İttihatçılar olarak anılmaya başladı; bir diğer damar da Prens Sebahattin periferisinde, Ademi merkeziyetçi Hürriyetçilerdi.
***
İşin garibi o düzlemde işe, Batılı “İyi saatte olsunlar” da karışmışlardı ve karışış o karışış oldu; elleri, çömçe karıştırıcısı misali hâlâ içimize. Onların genel adı, siyasi jargonumuzda “İngiliz Ekolü” ve “Alman ekolü” diye bilinmekte. Bilinen bir başka şey de bu ekollerin, ardında duranların İngiliz ve Alman derin devletleri ve bu devletlerin haber alma servisleri olarak MI6 ve BND… Adı üstünde zaten.
Ülkemiz, 90’ı aşan Cumhuriyet yıllarının siyasasını, bu iki ekolün mücadelesi olarak geçirdi. Tıpkı Osmanlı’nın son yirmi yılında olduğu gibi.
Bu noktada kritik soru şu; Peki, “Türk (yerli) Ekol”ü yok muydu? Elbette vardı: Osmanlı zamanında bu ekolün adı, Abdülhamit Han’ın buluşuyla Osmanlıcılıktı lakin bu ekole inananlar sadece Hanedan üyeleri, 93 Harbinde Kafkasya’dan göç etmiş olan bir avuç Çerkez ve üç beş Anadolu evladıydı. O kadar! Bu noktada sorduğunuzu duyar gibi oluyorum: “Ya İslamcılık ve Türkçülük!” Bu husus oldukça geniş ve bir başka yazının konusu; burada olmaz zira yerimiz dar. Sadece şu kadarını söyleyeyim ne İslamcılık ve ne de Türkçülük yerli bir fikir akımı değildi. Onların da arkasında “İyi saatte olsunlar” vardı.
Tekrar soruyorsunuz: “Ya Türk ekolü…” diye.
Efendim! Elbette Anadolu’dan kaynaklanan bir “Türk Fikri”nden söz edebiliriz. Ancak bunlar, gerek Osmanlı’nın son elli ve gerekse Cumhuriyet’in tamamına yakın zaman zarfında “Kurumsal ekol” oluşturmaktan aciz kaldı. Zira buna müsaade edilmedi. Ya da böyle bir siyasal çıkış yakalayarak, siyasal düzlemde bir ivme oluşturmak isteyenler, imkansızlıklar içerisinde arzu ettikleri yere ya da geçerli politik alana çıkamadılar. Türk açığı, paraları yoktu bizimkilerin. Para, İngiliz (daha sonra Amerikan) ve Alman ekollerinin kurumlaşmış siyasal yapılarındaydı ve o lanet olası met’a periferiyi oluşturan her cins insanı, güçlü bir mıknatıs gibi kendine çekiyordu.
***
1950’den sonra partilerin çeşitlendiğini ve siyasal hayatın olabildiğince hızlandığını görmekteyiz. İkinci Dünya Savaşı sonrasında dünyanın “Batı Kampı”na dayatılan çok partili sistemin kurumları olan partiler, politik meydanda pıtrak gibi bitmeye başladığında ilk kurumlaşmalar, mevzubahis Batıcı ekollerin eliyle oldu. Tabi onların yanı sıra “Bizden partiler” de kurulmadı değil, elbette kuruldu. Lakin siyasal ve kurumsal gelişmenin bir faturası vardı ve bu faturayı Berlin ve Londra “Daha sonra Washington” cüzdanından ödemek hiç de zor değildi. Ama fahri Anadolu evlatları, bu hususta ellerini cüzdanlarına atacak durumda değillerdi ve zaten cüzdanları da yoktu; pazen keseleri de bomboştu. Siyasi serüvenlerini ilk adımlarında, dökülü dökülü verdiler. Genel merkez adreslerinin kiralarını ödemekte dahi zorlanan “Yerli Partiler” birkaç aylık ömrün ardından kapanıp gitti; Yerli Siyasetçiler” de bir tercihle karşı karşıya kaldılar.
O tercih neydi? Geride “Partisi kapanmış yerli siyasetçiler” için önlerinde, körtopal yürüye bilecekleri bir yol kalıyordu sadece; Batı ekolü partilere yönelmek. Ve böylece memleketin has evlatları, Batı ekolü partilere yönelip siyaseti oradan “Delme”ye başladılar. Ancak bu o kadar zordu ki…
Batıya yönelenler arasında zorluğu başaran ve zirveye tırmananlar oldu. Bunların en ünlüleri elbette Menderes ve Özal’dı. Fakat zirveye çıkan bu ikili tam da içindeki “Saklı Anadolu Bombası”nı patlatıp müspet finale hazırlanıyorlardı ki fark edildi ve cezalandırıldılar; hem de az buz bir ceza değil: Bunlardan biri asıldı, biri zehirli bir cinayete kurban gitti. Hemen söyleyelim: “Pek bilinmese de Mustafa Kemal’in siroz hastalığı da böyle bir ısmarlama illetti ve imkansızlıklar içinde, final tasarlayan Sarı Paşa’nın şaibeli sonunu getirmişti.” dersek yanlış söylememiş oluruz.
***
Ve siyasal hay huy içerisinde takvimler, 2000’i gösterdi. Yeni yüzyılla birlikte kader, Atatürk, Menderes ve Özal damarından bir dördüncüsünün yükselişine şahit kıldı bizleri: R.T. Erdoğan’ın…
O da diğerleri gibi “Yerli Damarı”nı yüreğinin derinliklerinde gizleyerek dahil oldu siyasete hem de “Amerikan Ekolü” üzerinden. Yıl 2002 olduğunda iktidara geldi ve sinirleri yıpratan işlerle boğuşa boğuşa 2012’ye ulaştı. Yani on yılı devirdi, içindeki “Anadolu Çınarı”nı sulaya sulaya. Nihayet, on yıllık müsaadeli ve kontrollü iktidarının nihayetinde Amerikan ekolüyle yolların ayrılması noktasındaydı Erdoğan. Ancak bu o kadar kolay değildi. Yani yolların ayrılması diye bir şey yoktu bu dünyada; sadece yolun bitmesi vardı.
Şöyle ki: “Derin Ekol,” belli bir süre, siyaset aracının sürücü koltuğuna oturttuğu şoförün vazifesinin bitiminde, “adamı”nın işine son veriyor ve yeni ve mülayim bir “Çırak Şoför” arayışına çıkıyordu. Eğer, bu arada sistemin eski şoförü, “Derin Ekol”e zorluk çıkarırsa, “Ekol Geleneği” onu –hayattan- saf dışı ediyordu.
Ekolle iş tutan herkes gibi bu siyasi kader, elbette Erdoğan için de uygulanacaktı. Ancak ilk kez uygulanamadı. Hak yardım etti, halk destek verdi ve üst üste seçim kazanan ve girdiği her seçimde, bir öncekinden daha çok oy alan Erdoğan’ı kurtlar yiyemedi. Bu hamlelerin ardından, Erdoğan değil ama Amerikan (aslında İngiliz) ekolü, şimdilik geri çekildi ve daha başka oyunlar plânlamaya başladı. Artık sırada “Alman Ekolü” vardı; anlaşmalı olarak devreye, Derin Almanya diye bilinen BND girdi.
MI6’si, CIA’sı, BND’siyle “İyi Saatte Olsunlar” “Ekol”lerinin şaşmaz kurallarının karşısında ilk kez başarı sağlamış olan Erdoğan’ın kafasındaki tehlikeli şeyi, “Türk Ekolü”nü deşifre etmişlerdi. Ne yapıp edilmeli ve bu tehlikeli hurucun hayata geçirmesine meydan verilmemeliydi. Bu sebeple kayıt dışı operasyonlar peş peşe gelmeye başladı. İlk önce Almanlar, yerli işbirlikçilerini harekete geçirerek Gezi Darbesini plânladı ve umulmayan bir şekilde geri püskürtüldüler. Bu arada hayata geçirilmek üzere planlanmış onca suikast plânını atlıyorum.
İş ciddiydi. İlk kez “İyi Saat” işlemiyordu. 17-25 Operasyonu bu ciddiyetten doğdu ve ameliyatı, Starring olarak Amerikalılar ve Co-starring sırasında Almanlar birlikte kotardılar. Lakin yine Hakk yardım etti, halk arkasında durdu ve tarih kurtuldu.
Ekolün melaneti bitmedi. Gezi ve 17-25’in ardından, her biri birer “Ekol Operasyonu” olarak formatlanan seçimler geldi üst üste. Sonuç değişmiyordu ve her seferinde, şekillenmekte olan “Türk Ekolü”ne Hakk yardım ediyor, halk destek veriyordu. Bu seçimlerin en plânlısı, çatı adayın oluşturulduğu Cumhurbaşkanlığı seçimiydi. Ekol, bu seçimde neredeyse tüm yerli işbirlikçileri bir araya getirmişti. Ancak yine netice hüsrandı “Töton Ekolü” açısından. Bu nedenle kızgınlıkları had safhaya çıktı ve şiddetlenmeye başladılar. Gerekirse kan dökeceklerdi ve gerekiyordu. Önce Diyarbakır, sonra Suruç patlamaları oldu. Gerek seçimlerde alınan sonuçlar ve gerekse halk nezdindeki yoklamalar, yine Erdoğan’ın lehine çıkmıştı. Ancak Almanlar inatçıydı ve asla vazgeçecek gibi görünmüyorlardı. Kitle ölümlerine start verildi. İlk kitle katliamı, Ankara Gar Meydanında yapıldı. Erdoğan yılmıyordu. BND mi yılacaktı sanki. O da Ankara’daki iki patlamanın yani Merasim Sokak ve Güvenpark olaylarının ardından bir bomba da Sultanahmet’te patlattılar.
İşte bu patlama yani Sultanahmet, içerideki “Alman Ekolü Müntesipleri”ni cesaretlendirdi. Zira Alman Çeşmesi’nin on adım ötesinde patlayan bomba, on Alman turistin canına mal olmuştu. Hemen yazalım: Bombayı patlatan böyle olmasını istemişti. Zira bombayı patlatanlar, kanaatimizce bizzat Alman ajanlarıydı. Ve o ajanlar, Türklerin mağdur ve mazlumun yanında olmak gibi bir meşreplerinin olduğunu çok iyi biliyordu; ucunda ölüm bile olsa.
***
Derin Almanya’nın son plânı tuttu ve Sultanahmet patlamasının hemen ardından şansölye Merkel, kancayı Başbakan Davutoğlu’na attı.
Dendiğine göre, ilk eğitimini Alman lisesinde almış olan “Davutların Ahmet,” Alman Ekolüne yakın duran bir tercihin sahibiydi. Almanlar bunu biliyordu ve son plânlarını bu bilgi ve seziş üzerine kurmuşlardı. Bildikleri bir şey daha vardı: Kibirli ve hırslı olduğu iddiası kulaktan kulağa yayılan mini mini profesörün, bırakın profesör olmayı Yar. Doç. bile olamamış Erdoğan’ın “Ayvaz”ı olmayı gururuna yedirebilmesi, onun ardından nal toplayıcılığı kabullenmesi mümkün değildi. Bu sebeple “Hoca” ta baştan beri kendini ispatlayacak ve “hasbelkader patron”unu geçecek bir başarının peşindeydi.
İşte o başarının taahhütü Merkel’le geldi: Artık serbest dolaşım vizesi de Davutoğlu’nundu, AB üyeliği de. Hatta dilesindi Hoca ne dilerse… Doğrusu ya Almanların patronluğundaki AB, hiçbir zaman Erdoğan’a bu kadar cömert davranmamıştı. Türkiye’yi bir anda komşu evine çeviren Şansölye Merkel’in bol keseden vaatleri, Hoca’nın zihni programını alt üst etmiş ve bir anda aynadaki küçük cüssesi devleşmiş olmalıydı. Zira onca uğraşına rağmen o, AB yolunda bir arpa boyu yol alma başarısı gösteremeyen Erdoğan’ın yapamadığını yapmış ve tarihe geçen sadrazam olmanın kapısını aralamıştı. Ve tabi onunla birlikte, “Saklı Alman Ekolü” müntesipleri “Cübbelerini” giymiş ve siyaset sokağında nara atmaya başlamışlardı. İşte buydu! Bugün yarın “Alman Muhibleri” Erdoğan’ı alaşağı edecek ve Erdoğan’la birlikte kafasındaki “Türk Ekolü” doğmadan kara toprağı boylayacaktı. Böylece ülke gevşeyecek, toplum rahatlayacak ve AB eliyle ülke, “Bir Numara” olacaktı. Muhibler, işte böyle kandırıyorlardı kendilerini ve bu kandırmacanın esrarlı ortamında, kararı verdiler: Bu iş bitsin artık! “O kadar bitsindi ki bu arada, –belki- Erdoğan’dan sonraki kabileyi bile oluşturdular.” Dersek inanın!
***
Ancak… Erdoğan, mayısın ilk haftasında Davutoğlu’nu saraya çağırdı: “Buraya kadar Ahmet!” dedi. Ahmet direnmedi, direnemedi. Direnemezdi de çünkü şahsi odasındaki ayna, bir dev aynasıydı ve her dev aynası gibi o da yalan gösteriyordu. Şu an yani toplantı esnasında Erdoğan’ın “sadrazamın sureti”ne tuttuğu ayna ise hakikat neyse onu yansıtmakla mükellefti ve oradan yansıyan fotoğraf da hiç iç açıcı değildi.
Sonuç: Arka üstü oturdu Alman Ekolünün muhibleri…
Yine bitmedi: Olaydan iki gün sonra Ekol’ün merkezinden bir açıklama geldi: Ülkesindeki terör operasyonlarını durdurmadan Türkiye’ye vizeyi kaldırmanın imkanı yoktu. Takke düşmüş, kel görünmüştü.
Daha da bitmedi: O akşam, Erdoğan çıktı dünyanın ve AB’nin karşısına; kısa ve net: “Sen yoluna. biz yolumuza…” diyerek öze, bidayete döndü.
İşte Erdoğan’ın; “Biz yolumuza!” diyerek işaret ettiği güzergâh, milletin yüzlerce yıldır umutla beklediği “Türk Ekolü”ydü. Final yapılmış ve İngo-Amerikan Ekolünden sonra Alman Ekolü de çökertilmişti ve böylece Türk Ekolü devletine hakim oluyordu. Vatana, millete ve tüm mazlum kavimlere hayırlı olsundu.
“Ya bundan sonra?” diye sorduğunuzu duyar gibiyim. Efendim, bundan sonra “Ekol” Türk’ün, devlet Türk’ün, rejim Türk’ün… Yani Anadolu evlatlarının… 1453’ü takip eden yıllardan itibaren başlayan “Batılı Ekoller” tarihi, zorlu bir mücadelenin ardından çökertildi. Fetih’in akabinde Anadolu’ya sürgüne yollanan Türk Ekolü, nihayet devletini yeniden ele geçirdi ve İstanbul (başkenti) bir daha fethetti. Bu fetih sadece Türklerin değil; “Konstantiniye’yi fetheden kumandan ne güzel, asker ne güzel!” diyen Âlemlere Rahmet Peygamberin ümmetinin ve tüm mazlum milletlerin fethidir; cennetin fethidir. Hatta adalet imparatorluğu ve son saadet medeniyetinin kuruluşunun miladıdır. Bir kere daha, ümmete ve insanlığa hayırlı olsun. Allahualem!
***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder