21 Mayıs 2017 Pazar

ÖFKELENMEK, PSİKOLOJİK HASTALIK SAYILIYOR!

Çağdaş bilim adamları: Öfke ve kızgınlığın, "aralıklı patlama bozukluğu" adı verilen, biyolojik temelleri olan bir hastalık olduğunu söylüyor.
ABD'de 2001-2003 yılları arasında, 9 bin 282 kişiyle yüz yüze görüşülerek yapılan bir çalışma sonucunda öfke ve kızgınlığın, aslında bir hastalık olduğu ve "aralıklı patlama bozukluğu" olarak adlandırıldığı açıklandı. Chicago Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri Kürsüsü Başkanı Dr. Emil Coccaro, "İnsanlar öfkenin sadece kötü bir davranış olduğunu ve bu tavrın düzeltilmesi gerektiğini sanıyorlar. Bilmedikleri şey ise bunun biyolojik ve düşünsel bir yönünün bulunduğudur" diyor.

Belirli bir durumla bağlantılı olmayan biçimde birden fazla patlama ve kızgınlık durumunu ifade eden hastalığın, "tehdit, saldırgan davranış ve eşyalara zarar verme" şeklinde de kendisini gösterebileceği, bunun en erken görüldüğü yaşın ise 14 olduğu kaydedildi. Harvard Tıp Fakültesi'nden Ronald Kessler de, "Bulgular, bu rahatsızlığın düşünüldüğünden çok daha yaygın olduğunu gösteriyor".
Öfkeyi doğru ifade etme öğrenilince şiddet azalıyor
Gittikçe çoğalan şiddet olayları endişelerimizi artırmaya devam ediyor. Ailede, okulda, sokakta ve televizyonda zaten var olan şiddetin okuldaki gençlere de sıçramaması mümkün değildir.
Kişi ne kadar eğitim alırsa alsın içinde yaşadığı toplumun etkilerini bir zaman sonra davranışlarına yansıtacaktır.
Kişiyi şiddete en çok iten nedenler: ailede sevgi ve ilgi eksikliği, aile içi şiddet, dinî ve ahlakî eğitim eksikliği, disiplin sorunları, arkadaşlıkla ilgili sorunlar, sosyal çevrenin kişiyi korumakta yetersiz kalması ve alt kültür sorunları, medyada şiddet içeren dizi film ve programların gösterilmesi, şiddet içeren internet siteleri, bilgisayar atari vb. oyunları, alkollü içecekler ve bağımlılık yapan madde kullanımı, stresle başa çıkılamaması, kişinin temel ihtiyaçlarının karşılanmamış olması vb. olup, bütün bunlar öfkenin doğru ifade edilmesini önlemekte ve kişiyi saldırganlığa itmektedir.
Öfke; mutluluk, üzüntü, korku ve nefret gibi günlük hayatta yaşadığımız beş temel duygumuzdan biridir. Öfke ve saldırganlık birbirinden ayrı şeylerdir. Aslında öfke bir duygu, saldırganlık ise bir davranış şekli olup birbirlerinden farklıdırlar. Öfke doğru olarak ifade edildiği takdirde olumlu, sağlıklı, enerji veren, bireyi uyaran, canlandıran bir duygudur. Öfke, bazen saldırganlığa yol açtığından ve insanların başlarının derde girip birçok problemle karşılaşmasına sebep olduğundan, bazıları öfkelerini göstermek istemezler. Öfkenin doğru şekilde ifade edilmeyip bastırılması, var olan enerjinin içe döndürülmesi demek olup sonucunda öfke patlamaları veya psikosomatik hastalıklar görülebilir.
  
Öfkeden; "kişiyi geliştirecek şekilde uyaran" olarak istifade edilmesi ve doğru biçimde ifade edilmesi küçük yaşlarda öğrenilir. Aile bireyleri en etkili modeli oluştururlar. Bu sebeple anne-baba kendilerinin veya diğer kardeşlerin vurmak, bağırmak, hakaret yağdırmak gibi, öfkeyi olumsuz açığa vurma tarzlarının önünü almalıdır.
Kişi yanlış davranışları ailede görmese de aile dışı sosyal ortamlarda da yanlış davranışlar kazanabilir. Bu sebeple anne-baba bireye öfkeyi doğru ifade etme açısından güzel örnekler görebileceği ortamlar hazırlamaya önem vermelidir.
Bununla beraber, olumsuz bir davranışa karşı, aynı şekilde olumsuz davranışın kullanılmasını gerektiren nadir durumlar da vardır. Burada öfkenin saldırganlıkla ifade edilmesinden ziyade savunma önemlidir. Kişinin karşı tarafı daha fazla saldırgan davranmasına yol açmayacak şekilde kendisini nasıl savunacağı küçüklükten itibaren, öğretilmelidir.
Hangi durumlarda öfkelenmek ve hangi durumlarda saldırganlık uygun değildir, bu uygun sosyal ortamlarda bulunarak öğrenilir ve bu, dinî ve ahlaki eğitimle desteklenir. İnsanlarla yakın ilişkiler kurdukça kişi ne gibi durumlarda nasıl davranmak daha iyi sonuç verir, hangi şekilde davranışlar kişinin başını derde sokar, başkaları kendilerini nasıl kontrol ediyorlar, nasıl uygun şekilde öfke ifade edilir, yaşayarak ve engellerle karşılaşıp engellerle başa çıkarak öğrenir. Okul da bu konuda önemli bir eğitim yeridir. Yanlış davranışları değiştirmeye yönelik "davranış eğitimi", rehber öğretmenler ve din kültürü ve ahlak dersi öğretmenleri tarafından etkili bir şekilde sevdirerek başarıyla verildiğinde saldırganlık ve şiddetin önlenmesinde aile eğitimini destekleyecektir.
Öfke neden saldırganlığa yol açıyor?
Öfke tepkisine sebep olan durumların başında: engellenmiş planlarımız, prestij kaybına uğratılmamız, ailede karşılaşılan sıkıntılarımız, kışkırtma ve aşağılık duygusuna kapılmamız gelir. Bunlar gerçekten var olabilir ya da kişi onu insanlara güvenememe, insan davranışlarını genelleme, kişiselleştirme (üzerine alma) gibi düşünce tarzı sebebiyle var gibi algılayabilir.
Şu düşünce tarzları başkalarının davranışlarını yanlış anlamaya sebep olduğundan dikkat edilmelidir:
"İnsanlar hep benimle uğraşıyor. Beni kıskanıyor ve kimse iyiliğimi istemiyor.
Bana güvenmediği için benim isteğime karşı çıkıyor." Oysa bunların çoğu sadece bir kuruntudur. Yine açlık, susuzluk, aşırı yorgunluk, bazı organik hastalıklar biyokimyasal etkilerde öfkenin daha çabuk saldırganlığa dönüşmesinde etkili olmaktadır. Bireyin değiştirmeye çalıştığı duyguları ve düzeltmeye çalıştığı davranışları yanlış ve zararlı alışkanlıkları aşırı stresli durumlarda daha çabuk ortaya çıkar. Bu sebeple başa çıkma becerilerinin kazanılarak strese karşı dayanıklılığın artırılması, davranış eğitimi, öfkeyi doğru ifade bu gibi kontrol zorluklarını önler.
"Olumlu" öfke ifadesi için ne yapmamız gerekiyor?
Öfkeyi, stres ortamı geçtikten sonra ifade etmeye başlamalıyız.
Öfke belirtilerinde sakinleşmeye çalışmalıyız.
Empati göstermeye alışmalıyız. Yani kendimizi karşımızdakinin yerine koymalıyız.
İnsanların hata yapabileceklerini kabul etmeli ve gerekirse affedip hoş karşılamalıyız..
Bir işi yaparken, ahlak ve hukuk dışı davranışlardan uzak durmalıyız.
Gösterilen çabaya değmediği takdirde, isteğimizden vazgeçebilme olgunluğuna kavuşmalıyız.
Osman Bey'e ünlü İslam Alimi, Şeyh Edeb-Ali'nin verdiği öğütlerin başında öfkesini yenmesi geliyor:
"Oğul insanlar vardır, şafak vaktinde doğar, akşam ezanında ölürler. (Ama insanlar vardır; erdemiyle ve eserleriyle ölümsüzleşirler!)
Avun oğlum avun. Güçlüsün, kuvvetlisin, akıllısın, kelamlısın, ama bunları nerede, nasıl kullanacağını bilemezsen sabah rüzgârında savrulur gidersin...
Öfken ve nefsin bir olup aklını yener. Daima sabırlı, sebatlı ve iradene sahip olasın. Dünya senin gözlerinin gördüğü gibi büyük değildir. Bütün fethedilmemiş gizemler, bilinmeyenler, görülmeyenler ancak senin fazilet erdemlerinle gün ışığına çıkacaktır. Ananı, atanı say, bereket büyüklerle beraberdir.
Bu dünyada inancını kaybedersen, yeşilken çorak olur, çöllere dönersin. Açık sözlü ol, her sözü üstüne alma. Gördün söyleme, bildin bilme.
Sevildiğin yere sık gidip gelme, kalkar muhabbetin itibar olmaz.

Üç kişiye acı:
* Cahiller arasındaki alime,
* Zenginken fakir düşene,
* Hatırlı iken itibarını kaybedene.
Unutma ki, yüksekte yer tutanlar, aşağıdakiler kadar emniyette değildir.
Haklı olduğunda mücadeleden korkma.
"Bilesin ki atın iyisine DORU,"
"Yiğidin iyisine DELİ derler."
  
Öfkeyi yenmenin çaresi:
"Müslümanlar Arası Diyalog ve doğru iletişim"den geçiyor
"Müminler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını bulup-düzeltin ve Allah'tan korkup sakının; umulur ki esirgenirsiniz."[1]
Allah Kuran'da Müslümanların birbirlerinin kardeşleri olduğunu bildirmiştir. Müslümanların bu kardeşlik ruhunu en güzel şekilde yaşamaları, aralarındaki farklılıkları bir kültür zenginliğine dönüştürmeleri son derece önemlidir.
Toplumlar arası diyalog, dünyanın barışa, huzura ve güvene ihtiyaç duyduğu bu dönemde daha da önem kazanmıştır. İnsanların birbirlerine hoşgörü ile yaklaşmaları, sorunları ve anlaşmazlıkları barışçıl yollarla çözüme kavuşturmaları, birbirlerine merhamet ve şefkat duymaları önemli ve gereklidir. Ancak, özellikle İslam dünyasının içinde bulunduğu durum göz önünde bulundurulduğunda, aciliyetli ve öncelikli olarak oluşturulması gereken Müslümanların arasındaki diyalog, dayanışma ve hoşgörüdür. Bir ve tek olan Allah'a iman eden, aynı Peygambere itaat edip tabi olan, aynı Kutsal Kitap'ın hükümlerine uyan insanların, aralarında anlaşmazlığa düşüp didişmeleri birbirlerine sevgi ve hoşgörü gösterememeleri, merhametli ve anlayışlı davranamamaları, yardımlaşma ve dayanışma içinde olmamaları kabul edilebilir bir durum değildir. Olması gereken bazı uygulama ve düşünce farklılıklarına rağmen yine de birlik ve dayanışmanın sağlanması, Müslümanların birbirleriyle samimi sevgiye, merhamete ve şefkate dayalı bir diyalogların kurulmasıdır. İslam ahlakının gereği budur.
İslam ahlakının özünde, ihtilaf ve ayrılıkları değil, inanç birliğini ve ortak değerleri temel alan bir anlayış vardır. Müslümanlar ittifakta birbirlerini desteklemeli, ihtilaflı konularda da hoşgörülü olmalı, anlayışlı davranmalıdır.
Müslümanlar tüm insanlara, Allah'ın yarattığı ve O'nun tecellisi olan varlıklar olduklarını düşünerek, değer verirler. Kuran ahlakı, iman edenlerin diğer insanların inançlarına saygı göstermelerini, onların ibadet haklarını korumalarını, düşüncelerine hoşgörüyle yaklaşmalarını ve toleranslı davranmalarını gerekli kılar. Samimi Müslüman, hoşgörülü, sevecen, yumuşak huylu ve anlayışlı olur. Bir Müslüman'ın, diğer bir Müslüman'a yaklaşımında ise her şeyden önce karşısındaki kişinin din kardeşi olduğunu düşünmesi lazımdır. Kuran'da iman edenlerin birbirlerinin kardeşi olduğu şöyle bildirilmiştir: Müminler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını bulup düzeltin ve Allah'tan korkup sakının; umulur ki esirgenirsiniz.[2] buyrulmaktadır.
İslam ahlakının gereği, tüm farklılıklara rağmen Müslümanların, birbirlerinin kardeşleri oldukları gerçeğini unutmamalarıdır. Irkı, dili, vatanı, mezhebi, düşüncesi, anlayışı ne olursa olsun tüm Müslümanlar kardeştirler. Müslümanlar arasındaki kardeşlik ve dayanışmanın nasıl olması gerektiğini gösteren en güzel örneklerden biri, Hz. Muhammed (sav) ile birlikte Mekke'den hicret eden müminler ve Medine'de onlara güzel bir yurt hazırlayan Müslümanlar arasındaki ilişkidir. Mekkeli müşriklerin zulmü ve baskısı nedeniyle, Allah yolunda yurtlarından hicret eden müminleri, Medine'de Hz. Muhammed (sav)'e biat etmiş olan Müslümanlar en güzel şekilde karşılamış, onlara karşı büyük bir muhabbet ve ilgi göstermişlerdir. Birbirlerine yabancı iki topluluk olmalarına, cahiliye Arapları arasında tek önemli kıstas sayılan "kabile bağı"na sahip olmamalarına rağmen, imanları ve itaatleri nedeniyle örnek bir kardeşlik sergilemişlerdir. Medineli Müslümanlar hicret edenlere her türlü imkânı sağlamış, onlara evlerini açmış, yemeklerini onlarla paylaşmış, kendi ihtiyaçlarından önce onların ihtiyaçlarını düşünmüş, mümin kardeşlerinin nefislerini kendi nefislerine tercih etmişlerdir. Rabbimiz, Medineli müminlerin bu güzel ahlakını Kuran'da şöyle bildirmiştir: "Kendilerinden önce o yurdu (Medine'yi) hazırlayıp imanı (gönüllerine) yerleştirenler ise, hicret edenleri severler ve onlara verilen şeylerden dolayı içlerinde bir ihtiyaç (arzusu) duymazlar. Kendilerinde bir açıklık (ihtiyaç) olsa bile (kardeşlerini) öz nefislerine tercih ederler. Kim nefsinin 'cimri ve bencil tutkularından' korunmuşsa, işte onlar, felah (kurtuluş) bulanlardır."[3]
Bu, örnek alınması gereken çok üstün bir ahlaktır. Ve iki mümin topluluğun birbiri ile ilişkisinin nasıl olması gerektiğini gösteren çok önemli bir olaydır. Peygamber Efendimiz (sav) ise, Müslümanlar arasında dayanışmanın nasıl olması gerektiğini bir hadisinde şöyle tarif etmiştir: "Müslümanların kendi aralarındaki merhametleri, saygı ve dayanışmaları tıpkı bir vücut gibidir. Vücutta bir uzuv rahatsızlandığında diğer uzuvlar onunla birlikte aynı acıyı çekerler ve uyumazlar."
Samimi iman eden kişiler arasındaki sevgi; bir diğerinin Allah'tan korkup çekinmesine, Rabbimize duyduğu içli sevgiye, yaptığı salih amellere, gösterdiği güzel ahlaka göre şekillenir. Eğer bir kişi hayatını Allah yolunda vakfetmiş olduğunu tüm tavır ve davranışları ile ispatlıyor, her anında Allah'ın rızasını ve rahmetini gözeterek güzel davranışlarda bulunuyorsa, müminler o kişiye karşı sevgi ve saygı besleyecektir. Müslümanların birbirlerine olan sevgi duyguları ve kalplerinde birbirlerine karşı hiçbir olumsuz his kalmaması, Allah'ın müminlere büyük bir lütfu ve nimetidir. Ahirette tam anlamıyla yaşanacak olan bu nimet Kuran'da şöyle bildirilir: "Onların göğüslerinde kinden (ne varsa tümünü) sıyırıp-çektik, kardeşler olarak tahtlar üzerinde karşı karşıyadırlar." (Hicr:, 47)
Dolayısıyla Müslümanlar, dayanışmanın, kardeşliğin ve birlik duygusunun büyük bir nimet olduğunun bilincinde davranmalı ve bu birliğin korunması için sabırlı ve iradeli olmalıdırlar. Enfal Suresi'nin 1. ayeti "... Eğer mü'min iseniz Allah'tan korkup-sakının, aranızı düzeltin ve Allah'a ve Resulü'ne itaat edin." Müslümanlara birlikte davranmalarının önemini bildiren bir diğer ayettir.
Peygamberimiz Hz. Muhammed (sav) ise, Müslümanların ortak hareket etmelerinin önemini bir hadisi şerifinde şöyle ifade etmiştir: Mümin, her durumda affedici olmakla yükümlüdür, ancak karşısındaki kişi üstelik bir Müslüman'sa, onunla din kardeşi olduğunu, her ikisinin de Allah'tan korkup sakındığını, Peygamber efendimiz (sav)'e itaat ettiğini, helal ve harama titizlik gösterdiğini düşünerek çok daha sabırlı davranmalıdır.
Eğer bir kişi hayatını Allah yolunda vakfetmiş olduğunu tüm tavır ve davranışları ile ispatlıyor, her anında Allah'ın rızasını ve rahmetini gözeterek güzel davranışlarda bulunuyorsa, müminler o kişiye karşı sevgi ve hürmet duyarlar. Birbirinize hased (çekememezlik) etmeyiniz. Birbirinizle buğuz (düşmanlık) etmeyiniz. Birbirinizle iyi ilişkileri kesmeyiniz. Birbirinizden yüz çevirip küsüşmeyiniz ve ey Allah'ın kulları, kardeşler olunuz. (İbni Mace, Cilt 10, s. 32)
  
Örnek Müslümanlar, kendileriyle aynı inancı paylaşan, Kuran'a uyan, Allah'ın emirlerine göre yaşayan ve Peygamber Efendimiz (sav)'in sünnetine yapışanları kardeşleri olarak görür ve birbirlerinin velileri olduklarını unutmazlar.
Müslüman, din kardeşinin her zaman için iyiliğini istemesi gerektiğinin, kendisini düşündüğü gibi onu da düşünmesi gerektiğinin, herhangi bir anlaşmazlık söz konusu olduğunda da sabırla, şefkatle ve sevgiyle karşılık vermesi gerektiğinin bilincindedir. Bir Kuran ayetinde, Müslümanların din kardeşleri için şöyle dua ettikleri bildirilir: "Müslümanlar din kardeşleri ile aralarındaki ilişkide, karşı tarafı incitecek bir söz söylemek, öfkelenmek, saygıya uygun olmayan tavırlarda bulunmak gibi birlik ruhunu zedeleyecek her türlü tavırdan sakınmakla yükümlüdürler. Her mümin bir diğerine karşı olabildiğince fedakâr olmalı, sabırlı davranmalı, onun iyiliği için çalışmalı, sadık ve vefalı olmalıdır. Bu, gerçek ve samimi sevginin gereğidir, tüm müminlerin benimsemesi gereken üstün bir ahlaktır. Bir de onlardan sonra gelenler, derler ki: 'Rabbimiz, bizi ve bizden önce iman etmiş olan kardeşlerimizi bağışla ve kalplerimizde iman edenlere karşı bir kin bırakma. Rabbimiz, gerçekten Sen, çok şefkatlisin, çok esirgeyicisin."[4] Allah Kuran'da müminlere "çekişip birbirlerine düşmemelerini"[5] emretmekte ve bunun Müslümanları zayıflatacak bir durum olduğunu bildirmektedir. Bir başka ayette de şu şekilde emredilir: "Kendilerine apaçık belgeler geldikten sonra, parçalanıp ayrılan ve anlaşmazlığa düşenler gibi olmayın. İşte onlar için büyük bir azap vardır."[6] Vicdan ve aklıselim ile hareket eden, kendi çıkarlarını değil adaleti gözeten bir müminin diğer iman edenlerle ittifak sağlayamaması, sürekli bir anlaşmazlık içinde olması mümkün değildir. Elbette Müslüman toplumlar arasında, bölgesel, kültürel ve geleneksel bazı anlayış ve uygulama farklılıkları olabilir. Farklı yorumlar, farklı görüşler, farklı mezhepler olacaktır. Bu son derece doğaldır. Olmaması gereken, bu farklılıklar nedeniyle bir Müslüman toplumun veya grubun diğerine cephe alması, onunla diyalogu kesmesi, ortak değerlerde mutabakat sağlayamayacak kadar diğerini yabancı ve hatta hasım olarak görmesidir. Bu, kabul edilebilir bir durum değildir. Müslümanlar arasındaki diyalogda tevazu esas olmalıdır. Tevazudan uzaklaşanlar, kendilerini ve kendi fikirlerini mutlak doğru olarak görür, kendilerinden farklı düşünenleri küçümser ve onlara düşmanlık beslerler. Kendi görüşlerinin mutlak doğru olduğundan hiç kuşku duymadıkları için, kendilerini hiçbir zaman sorgulamaz ve dolayısıyla daha iyiye, daha doğruya gidemezler. Sadece kendi yorumunu beğenip bununla övünenlerin durumuna Kuran'da, "... Onlar, işlerini kendi aralarında (farklı) kitaplar halinde böldüler; her bir grup, kendi ellerinde olanla yetinip sevinmektedir."[7] ayetinde dikkat çekilmiştir. Bu, Allah'tan korkup sakınanların ve Ahiret gününde hesap vereceğine iman edenlerin şiddetle sakınıp korunmaları gereken bir durumdur. Bu konunun önemini fark edenlerin, diğer müminleri de parçalanmaktan, dağılmaktan, ayrılmaktan sakındırmaları, Müslümanların Kuran ahlakında ittifak etmelerini sağlamak için gayret etmeleri gerekmektedir.
Örnek Müslümanlar, tüm insanlara Rabbimizin tecellileri olduğunun bilinciyle sevgi, merhamet ve şefkatle yaklaşırlar. Kendileriyle aynı inancı paylaşan, Kuran'a yapışan, Allah'ın emirlerine saygı duyan ve Peygamber Efendimiz (sav)'in sünnetine uyanları ise kardeşleri olarak görür ve birbirlerinin velileri olduklarını unutmayan kimselerdir.
Yapılması gereken, farklı Müslüman topluluklar arasında olabilecek kültürel ve geleneksel farklılıklar ve bazı görüş ayrılıkları nedeniyle hizipleşmekten sakınmak, bunları sürekli ön plana çıkarıp ihtilafa zemin hazırlamak yerine, Kuran ahlakını yaşamakta ittifakı desteklemektir. Müslümanlar ittifakta birbirlerini desteklemeli, ihtilaflı konularda da hoşgörülü olmalı, anlayışlı hareket etmelidir.
Yukarıda da vurguladığımız gibi, özellikle bu konunun öneminin farkında olan samimi Müslümanlar ve İslam dünyasının önde gelen düşünür ve aydınları bu hususta yoğun girişimlerde bulunmalı, Müslümanlar arasında birlik ve beraberliği teşvik etmelidirler. Müslüman dünyası içinde sevgi, saygı, merhamet, hoşgörü üzerine kurulu bir dayanışma inşa edilmelidir. Bir kez daha hatırlatmak gerekir ki, İslam ahlakının özünde, ihtilaf ve ayrılıkları değil, inanç birliğini ve ortak değerleri temel alan bir anlayış vardır. Hz. Muhammed (sav), "Size iki şey bırakıyorum onlara sımsıkı sarıldıkça asla dalalete düşmeyecek ve sapıtmayacaksınız: Kuran ve benim sünnetim" sözleriyle Müslümanlara uymaları gereken yolu göstermiştir. Bizlere düşen bu yolda gitmektir. Hak dine uymak ve ayrılığa düşmekten sakınmak, Rabbimizin tüm inananlara emridir. Tüm Müslüman sivil toplum kuruluşları, çeşitli organizasyonlar, vakıflar, medya mensupları, kanaat önderleri; Müslümanlar arasındaki ayrımların giderilmesi, birlik ve beraberliğin sağlanması için çaba göstermelidirler. Her Müslüman birey, gittiği camide, okuduğu okulda, iş yerinde, ziyaret ettiği internet platformunda, üyesi olduğu vakıfta veya kuruluşta, Müslümanların birliği için çaba göstermeli, diğer Müslümanları bu konuda teşvik etmelidir.
  
Gelin, Rabbimizin Kuran'da buyurduğu gibi ve Peygamber Efendimiz (sav)'in vasiyet ettiği gibi, Müslümanların arasını bulalım. Birbirinin camisinde namaz kılmayan, selamlaşmayan, birbirinin yazdığı kitabı okumayan, ufak bir fikir farklılığı nedeniyle kardeşini düşman sayan Müslümanların arasını bulalım. Bu gibi yapay ayrımlar kalksın. Allah'ın evleri olan camiler, şu veya bu grubun, şu veya bu mezhebin değil, tüm Müslümanların mescidi olsun. Her Müslüman birbiriyle selamlaşsın, birbiri ile sohbet etsin. Birbirine hoşgörü göstersin. Cemaatsel veya kişisel uzlaşmazlıklar son bulsun. Ve tüm Müslümanlar, elbirliği yaparak, tevazu ve hoşgörü içinde, Allah'a daha çok yakınlaşmak, O'nun dinine daha çok hizmet etmek için çalışsınlar. Ve Allah'ın bizlere verdiği şu emri hiçbir zaman unutmasınlar: "Allah'ın ipine hepiniz sımsıkı sarılın. Dağılıp ayrılmayın. Ve Allah'ın sizin üzerinizdeki nimetini hatırlayın. Hani siz düşmanlar idiniz. O, kalplerinizin arasını uzlaştırıp ısındırdı ve siz O'nun nimetiyle kardeşler olarak sabahladınız. Yine siz, tam ateş çukurunun kıyısındayken, oradan sizi kurtardı. Umulur ki hidayete erersiniz diye, Allah, size ayetlerini böyle açıklar."[8]
"Eleştiri ahlakı"nı öğrenmemiz gerekiyor
 Kem alatla, kemalat olmaz!
 Bu bereketli topraklarda ayvadan nara her türlü şey yetişir de neden eleştirmen yetişmez acaba? Eleştirmen adına bir elin beş parmağını bulmayacak kadar az sayıda ismin sürekli ortaya sürülüp yıllar yılı bu isimlere bir isim bile ekleyemememiz oldukça manidardır. Kafasını uzatıp geri çekilen, sövüp kaçan, belden aşağı vurup tüyen isterseniz sürüsüne bereket.
Ama bunların hiçbiri cesaret örneği sergileyemediklerinden ya duvarın arkasına sığışırlar ya da düşünür pozisyonuna bürünmek adına avuçlarını perdeleyerek yüzlerini saklarlar.
Eleştiri, yaralayıp etkisiz hale getirdikleri kişiler karşısında kamuflajdan öteye gitmez. Yapıcılıktan hiç nasiplenmedikleri için tamirat ve tadilattan bahsetseler de yıkım ekibi gibi çalışırlar. Karşıdakini evrensel ölçütleri esas alarak değil kendi meşreplerini baz alarak değerlendirmeyi tenkit sayarlar.
Eleştiri adıyla ileri sürülen şey aslında mahalle kavgasına entelektüellik sosu vermekten ibarettir. Surata indirilen uçar tekme ile arkadan fırlatılan haksız ve ilintisiz itham arasında şiddet açısından fazla bir fark yoktur. Maksat ‘dost eleştiride görsün' vaziyeti alarak asıl niyeti gizlemektir.
Hâlbuki eleştiri bir sonraki durumu bir önceki durumdan daha pozitif bir şekle dönüştürme gayretidir. Bir beğenmeme durumundan neşet etse de neticede bu yaratıcı hoşnutsuzluktur. Daha iyi ve daha güzel bu hoşnutsuzlukla beslenir.
Ne yazık ki memleketimizde eleştirmenlik hiçbir şey yapmayanların mesleği haline gelmiştir. Savunmaları da çok gülünçtür: "Ben olsaydım daha iyisini yapardım". İyi şiir yazamayanların tutup sıkı şairleri eleştirmeye kalkması, düz yazıda bile iki adım yürüyemeyecek kadar mecalsiz kalemlerin meviza tonunda gönüllü kılavuzluğa soyunmaları göstermektedir ki, derinlerde savunma mekanizmalarını devreye sokmayı gerektirecek şiddette bastırılamamış bir kıskançlık hali vardır.
Hem eleştiriyi illetli titizlik, saplantı ve takıntılardan ayırt edebilmeleri hem de yön bulmalarında yardımcı olması için aşağıdaki düsturları özellikle muhafazakâr, Müslüman münekkitlerin dikkatlerine sunuyorum:
- Eleştiri eğreti bir bilgiyle karşıdakine nizam verme değildir. Derin bilgi ve analiz gerektirir. Eleştirilen noktanın yerine neyi getireceğini bilmeyen, neye istinaden konuştuğundan habersiz kişi hiçbir yere gidemez, zira yakayı ele vermiştir. Çünkü ortalık karıştırıcı ve bozguncudur.
- Kendini haklı çıkarmak için sadece bir yazıdan işine yarayan belli bir bölümü alıp muhalefet ettiği savını kuvvetlendirmeye çalışan kişi münekkit değil, kendi önyargılarının ve hislerinin kulu ve kölesidir. İki satır öteye gitmeyi istemez, çünkü iki satır ötesi sözde eleştirmenin kozunu elinden alabilir.
- Eleştiri saygı çerçevesinde ve belli bir mantık bütünlüğü içerisinde yapılmalıdır. Aksi takdirde yapılan şey saldırı ve hakaret olur. İslam ahlakından bahsedip de öbür yandan sırf haklı çıkmak adına kul hakkını çiğnemek pahasına eğreti gerekçe ve zanni bilgilerle muhatabı tahkir etmek ahlaki literatürü kendi lehine kullanışlı hale dönüştürmekten başka bir şey değildir. Haklı olma alanımız daraldığında hakikat kazansın demek yerine "ne olursa olsun ben kazanayım" diyerek ayet ve hadisleri yerli yersiz malzemeye dönüştürmek ise tek kelimeyle göz çıkarmaktır. Zira kem âlatla kemalat olmaz, -kötü aletle iyi (olgun) işler başarılmaz-
- Eleştirmen eleştirdiği konuya öylesine hâkimdir ki, söz konusu konu ve kişinin manevi haklarına halel gelmemesi için ayrıntıyı bile dikkate alır. Kendi anlamak istediği gibi değil, muhatabının anlatmak istediği şekilde konuyu anlamaya çalışır. Eğer eleştirmen bu vasfı haiz değilse ukalalık ve bozgunculuğa daha yakın durmuş olur.
- Eleştirmen literatürü yerli yerinde kullanır. Hele dinî literatürse dile dayanan nefsine ve sinirlerine hakim olur. Oysa ukala ve bozguncuk kişi sağdan soldan duyduğu terimleri art arda dizerek bir şeyler söylediğini zanneder.
  
- Sorumsuz sözde eleştirmen eteklerinde taş taşıyandır. Sırası geldiğinde reva mı diye sormasına gerek kalmadan bu taşları fırlatacağı kişiyi kendisi belirler. Taş varsa taşlanacak kişi de olmalıdır. Eğer yoksa derhal bulunup ihdas edilmelidir. Bozguncu eleştirmen kendisiyle sorunu olan adamdır. Kendi üzerinde toplaması gereken dikkati başkasında harcar. Bu bir tür topu taca atış ve kaçıştır. Evine varoluş sokaklarını takip ederek değil, karşı oluş caddelerini dolaşarak varmayı dener. Ama her defasında eve varamadan gece yarısı sokakta bir başına kalır.[9]
 |  

[1] Hucurat: 10
[2] Hucurat: 10
[3] Haşr: 9
[4] Haşr: 10
[5] Enfal: 46
[6] Al-i İmran: 1005
[7] Müminun: 53
[8] Al-i İmran: 103
[9] Hüseyin Akın / Milli Gazete / 13.06.2006

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder