Gazete ve televizyon haberlerinde, özellikle ekonomi bültenlerinde adından çok sık bahsedilen IMF'nin (Uluslararası Para Fonu) görünen yüzü ile gizlenen yüzü oldukça farklıdır. Kamuoyu IMF'yi çok zengin sermayeli bir Banka ve dünya çapında bir finans kurumu şeklinde tanımaktadır. Oysa IMF'nin asıl işlevi ve özelliği "Aracı kefalet kurumu ve tefeci komisyoncu" olmasıdır. Şöyle ki, kardeş kuruluşu olan ve Siyonist sermayedarların sömürü vasıtası olarak çalışan Dünya Bankası gibi, Amerika'daki özel bankalar, geri kalmış fakir ülkelere dolar cinsinden yüksek faizli borç-kredi verirler. Bu borçların yığılması ve bazı ülkelerin bunları faizi ile birlikte ödemeye yanaşmaması durumunda, gerekirse askeri ve siyasi yaptırımlar dahil, her türlü çareye başvurarak, bu borçları zorla tahsil edecek, caydırıcı bir devlet garantisine ihtiyaç duyulmaktadır. İşte IMF, başta ABD bu süper güçlerin, borç alan ülkeler hesabına, borç veren Siyonist bankalara kefil olması ve buna karşılık ayrıca, aracılık komisyonu alması için, oluşturulan bir garantör ve komisyon kuruluşudur. Daha açık bir ifade ile, ABD'nin, Siyonist sermayenin jandarmalığını yapmak üzere oluşturulmuştur.
a- Hem dünyanın dengesi, barış ve adaletin garantisi olan Osmanlıyı yıkmak
b- Hem Amerika'daki Siyonistlerin silah fabrikalarındaki üretimlerine Pazar oluşturmak,
c- Hem dünyayı daha rahat sömürecek iki kutuplu bir yapılanmaya zorlamak,
d- Hem de savaşlar sonucu yıkılan ülkelerin yeniden imar ve inşası için gerekli ihaleleri kazanıp, ihtiyaç duyulan mallarını satmak gibi şeytani amaçlarla başlatılan I. Ve II. Dünya Savaşlarından sonra, güya harpten çıkan ülkelerin yeniden toparlanması için muhtaç olduğu kredileri sağlam" üzere 1944 yılında Bretton Woods'ta yapılan toplantı sonucu, Uluslararası Para Fonu (IMF) nun kurulmasına karar verildi.
Bu sözde, insani ve iyiliksever görüntünün arkasında:
1- Bütün dünya ülkelerini Siyonist sermayeli büyük bankaların kredi köleliğine mecbur bırakmak ve faiz kıskacında boğmak.
2- Doları, dünya parası haline getirip, milli paraları geçersiz ve değersiz kılmak.
3- Uluslararası ticaretin, Siyonizmin kontrolünde olmasını sağlamak.
4- Dünyadaki Siyonist sermaye saltanatına ve ABD'nin süper güç olarak dünya muhtarlığına başkaldıracak ve engel olacak milli gelişmeleri vaktinde bastırmak, gibi amaçlar yatmaktadır.
Bilindiği gibi, gelişmiş ülkelerin ve özellikle çok uluslu Siyonist şirketlerin sermaye fazlalığı, buna karşılık geri kalmış veya gelişmekte olan ülkelerin ise kredi ihtiyacı vardır. Bu yüzden zengin ülkeler ve uluslararası finans merkezleri, yoksul ülkelere faizli borç ve kredi açmaktadır. Yani para ve sermaye satmaktadır. Ancak, zengin ülkelerin ve özel büyük bankaların, fakir ülkelerden alacağı birikip çoğaldıkça, bu oranda riskleri de artmaktadır. O nedenle, alacaklarını garanti altına alacak, uluslararası etkili kurumlara ve kurallara ihtiyaç vardır. Ve işte IMF bu boşluğu doldurmakta, borç veren zengin ülkelerin vekili ve temsilcisi olarak devreye sokulmaktadır. Artık alacaklı konumumda, IMF bulunmaktadır.
Borçlu ülkelerin ihraç edeceği mallarını IMF'nin istediği fiyattan satacağına, borçlu ülkelerin milli para değerini düşürmek üzere ne oranda devalüasyon yapacağına, borçların faizini ve taksitini ödemek üzere hangi bankalardan ve hangi koşullarla ve ne kadar yeni borç alacağına, memur ve işçi maaşlarına ne kadar zam yapılacağına, yatırımların hangi sahalara kaydırılacağına, artık IMF uzmanları karar vermektedir. IMF bu kararlara karşı çıkan ve milli politikalar uygulamaya kalkışan siyasi iktidarları da yıpratma ve devre dışı bırakma imkanlarına sahiptir.
Şahsi iktidarlarının ve çıkarlarının hatırına, bazı ülke yöneticileri, IMF'in ve masonik merkezlerin talimatlarıyla, yüksek faizli dış krediler alarak topluma geçici bir rahatlama sağlayıp, uzun vadede ise devleti ipotek altına sokmaktan, yani ülkenin geleceğini satmaktan sakınmazlar. Zengin ülkelerden şartlı kredi alan ve devamlı biriken faizlerle birlikte artık ödenemez noktaya ulaşan bu borçlar yüzünden, bir ülke artık kendi egemenlik haklarını bile IMF'ye danışarak kullanmak zorunda bırakılır. İç politikasında da, dış politikasında da IMF'nin talimatlarına uymak durumundadır. Çünkü yukarıda da özellikle belirttiğimiz gibi "IMF alacaklı ülkelerin, borcunu ödemeyen ve talimat dinlemeyen ülkelere karşı ortaklaşa yaptırım ve uygulamalarına imkan tanıyan bir yapılanmadır".
ABD-Washington D.C. adresinde 13. Katlı gri beton merkez binasında, dünya ekonomisini yönlendiren IMF'de 1600 daimi uzman, 400 sözleşmeli personel çalışmaktadır ve bunların yarısı kadındır. 35 kurum üyesi, 171 mevcut üyesi bulunan IMF'nin, 180 milyar dolar sermayesi olduğu bilinmektedir. ABD'nin %27, Almanya'nın %6, Fransa'nın %5.5, Japonya'nın %6, İngiltere'nin %5.5, Suudi Arabistan'ın %3.5, İtalya'nın %3.5, Kanada'nın %3, Hollanda'nın %2.5, Çin'in %2.5 hisse ortaklığı bulunmaktadır. Geri kalan %33 oranındaki en büyük hisse ise büyük Siyonist bankalarındır. Ve hisse oranına göre oy hakkı bulunmaktadır.
Ekonomist, istatistikçi, bankacı, vergi uzmanı, dilbilimci ve siyaset bilimcilerden oluşan IMF uzmanları, üye ülkelerdeki devlet ve hükümet başkanları, Merkez Bankası Başkanları, iş adamları, parti başkanları, etkili köşe yazarları ile görüştükten sonra, Washington'daki merkez binasında toplanıp patronlara rapor ve proje sunarlar. IMF uzmanları ve patronlar, televizyona çıkmazlar, gazetelere konuşmazlar. Zaten IMF binasının dış kapısında "girmek yasaktır." yazılıdır. Bina içindeki büroların kapısında ise "görevliden başkası giremez" levhası asılıdır. Binanın diğer bir katında IMF'nin kardeş kuruluşu olan Dünya Bankası bulunmaktadır.
Ülkelerdeki önemli ekonomik kararların ve acı reçetelerin ve hatta pek çok ihtilallerin ve hükümet değişikliklerinin, IMF merkezinde planlandığı konuşulmaktadır.
Venezüella Cumhurbaşkanı'nın: "Ülkemizde ekmek ve benzin fiyatlarından memur ve işçi maaşlarına, yatırım alanlarından ihracat ve ithalat kotalarına kadar her sahada etkili olan bu kuruluşun, siyasi iktidarları değiştirme yetkisinin de bulunduğunu söylemeye gerek yoktur". (Türkiye Gazetesi 23 Temmuz 1994) sözleri oldukça ilginç ve anlamlıdır. İMF' nin ve Siyonist sermayenin, ilk ve en büyük kurbanı da Amerikan halkıdır. Evet, Amerikalılarla, ABD yönetimini ele geçiren Yahudi hegemonyası farklıdır. İşte İran'ı karıştırmak için kışkırttıkları grupları "özgürlük ve demokrasi kahramanları" ilan eden ABD'nin Iraktaki İşgal vahşetini kınayan insanlara bomba yağdırması, bunların kahpeliğini ortaya koymaktadır.
Ağına düşürdükleri ülkeleri ya iflasa sürükleyen veya yarı sömürge haline getiren IMF, borç verdiği ülkelere, özellikle iki prensibi öğütlemektedir: 1- Liberal ekonomiyi ve IMF reçetelerini eksiksiz uygulamak, 2- Askeri harcamaları asgariye indirmek ve orduyu zayıflatmak. Bu iki prensibe en çok uyan Japonya ve Güney Kore'yi ise hep örnek göstermektedir.
Çünkü IMF, milli ve güçlü ordulara ve kendi ayakları üstünde durabilen ekonomik yapılanmalara asla tahammül etmemekte ve bu tür gelişmeleri siyonizmin ve onun baş bekçisi ABD'nin saltanatına karşı bir tehdit olarak değerlendirmektedir.
İstanbul milletvekili Emin Şirin bile televizyonlarda "Bizim hükümetimiz, İMF direktiflerine Kemal Derviş'ten daha çok bağlıdır ve başarılıdır." Diye tenkit ettiği AKP iktidarının... Ve bunları şımartan Amerikalı ve Avrupalı dostlarımızın (!)... Milli çıkarlarımız ve egemenlik haklarımız konusunda sağlam duran ordumuza yönelik yıpratma faaliyetleri de, işte bu yüzdendir. Yani etrafı ateş çemberine alınmış Türkiye'nin ordusu, Hollanda ordusu gibi, "merasim alayı"na çevrilmek istenmektedir. Yeni uyum paketleri ise, Batı'ya teslimiyet belgeleridir.
Ve zaten ekonomide IMF'ye ; siyasette, Birleşmiş Milletlere bağlı olan her yönetim Siyonizm için uyumlu ve olumlu sayılmaktadır. Bu şartlara uygun ülkelerdeki yönetim şeklinin krallık, şeriat veya demokrasi olması süper güçler açısından çok da önemli değildir. İşte, Arjantin'i önce iflasa sonra iç savaşa sürükleyen bu IMF ve ABD'dir.
Ardından Venezüella'da, ülke çıkarlarını koruyan ve IMF dayatmalarına karşı çıkan başkana karşı, orduyu ve halkı kışkırtıp ihtilal yaptıran yine bu IMF ve ABD'dir.
Evet, Türk ekonomisi ve siyaseti üzerinde de oldukça etkili olan IMF'nin işte gerçek yüzü budur.
Bugüne kadar IMF'ye hayır diyebilen tek parti kapatılmış, tek hükümet yıkılmış ve tek siyasi lider defalarca siyasetten yasaklanmıştır.
Ama unutulmasın ki "Tarihi her zaman kötüler değil, ara sıra da iyiler yazacaktır. Ve iyilerin dönemi yakındır" Göreceğiz, İMF' mi AKP ile Türkiye'yi soyacaktır, yoksa Milli güçler mi, AKP ile birlikte IMF saltanatını yıkacaktır!?
IMF'nin gerçek niyetini kavradığı için işinden kovulan, 29 Nisan günü The Observer'de Gregory Palast imzasıyla yayınlanan "Lanetlenişe doğru dört IMF adımı" başlıklı haber son ayların Türkiye'sinde yaşananları daha da anlamlı kılıyor.
İNGİLTERE'de günlük gazeteler pazar günü çıkmaz; onların yerine ‘‘pazar basını'' denen gazeteler yayınlanır. Yarım milyon tirajlı ‘‘The Observer'', bunların en nitelikli olanıdır; 1791'den beri çıkan saygın bir gazete.
Haber, iki yıl öncesine kadar Dünya Bankası'nın ‘‘baş ekonomist''i olan Joseph Stiglitz'le yapılmış bir dizi söyleşiye ve IMF'den sızmış bazı gizli raporlara dayanmakta. Stiglitz, yalnız bu sıfatıyla değil, Ekonomik Danışma Kurulu başkanı olarak Clinton kabinesinde bulunmuş olmasıyla da yabana atılacak biri değil. Ama, Palast onu biraz casus romanları yazarı John Le Carre'nin Soğuk Savaş tiplerine benzetiyor: Bir süre belli bir ideolojiye hizmet edip de sonra pişmanlık getirerek itiraflarda bulunan bir kişi.
Bir anlama ‘‘yeni dünya düzeni''nin mimarlarından sayılan Stiglitz, IMF ve Dünya Bankası'nca yoksul uluslar için hazırlanan her ‘‘yardım stratejisi''nin, söz konusu ülke ekonomisi üstünkörü incelendikten sonra, para istemeye gelmiş bir maliye ya da ekonomi bakanının önüne ‘‘dilerseniz imzalayın'' diye konan dört aşamalı bir ‘‘yeniden yapılanma anlaşması''ndan oluştuğunu söylüyor.
1-Birinci aşama, özelleştirmedir. Siglitz, ‘‘Bazı politikacıların, buna itiraz etmek yerine, satış bedelini düşürmek için alabilecekleri komisyonları düşünerek gözlerinin ışıldadığını gördük'' diyor. Bunun böyle olduğunu Dünya Bankası'nda yüzde 51 hissesi olan Amerikan hükümeti de bilirmiş. ‘‘En büyük'' sayılan 1995 Rusya özelleştirmelerinde, ABD Hazinesi, ‘‘Yolsuzluklar bizi ilgilendirmez; yeter ki Yeltsin yeniden seçilsin'' demiş.
2- İkinci adım, sermaye piyasasının liberalleşmesi. Amaç, kuramsal olarak, yatırım sermayesinin giriş çıkışını serbestleştirmek olsa da, gelen para en ufak esintide hızla kaçıyormuş, bu yüzden hazine boşalıp kredi faizleri yükseliyor ve sanayi üretimi düşüyormuş, ne gam! Bu, öngörülen bir sonuçmuş.
Amaç, Hazineyi boşaltıp sanayi ve üretimi sıfırlamaktır.
3- Üçüncü adım daha da gaddarca: Gıda, elektrik, su, petrol, tüp gazı gibi temel gereksinim ve hizmet maddeleri fiyatlarında desteklerin kaldırılıp ‘‘piyasa fiyatlandırılması''na gidilmesi; bu yüzden geçimin zorlaşması ve Endonezya'da, Ekvador'da, Bolivya'da, Brezilya'da görülen türden halk ayaklanmaları, polis panzerleriyle dağıtılan gösteriler, felç olmuş ekonomi. Bu aşama, huzurun ve sermayenin yangın yerine dönen ülkeden kaçtığı, iflasların çoğaldığı bir ortamda yerli işletme ve şirketlerin ‘‘yangın sonrası'' kelepir fiyatlarla fırsatçı yabancılarca satın alındığı aşamadır.
4- Dördüncü aşama, mecalsiz kalan ülkenin, Dünya Ticaret Örgütü ve Dünya Bankası kurallarına göre Amerikan ve Avrupa malları önünde ‘‘serbest ticaret''e açılmasıdır. Tiglitz, ‘‘ondokuzuncu yüzyılın Afyon Savaşları ile Çin kapılarının açılması gibi'' diyor. Ona göre, sonuç büyük bir fiyaskodur.
Bunları görmeye ve böyle düşünmeye başladığı için, iki yıl önce işine son verilmiş. Ama, Dünya Bankası'nın başka türden ekonomistleri de var; aynı başarısız politikaları uygulamak için koşuşan. Hem de kendi ülkelerinde.[1]
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder