12 Ocak 2019 Cumartesi

OSMANLIDAN GÜNÜMÜZE BÜROKRASİ VE KRİPTO YAHUDİLER

Osmanlının aşiretlikten beyliğe, oradan devlete ve cihan medeniyetine ulaştığı tarihi ve talihli süreçte, başta Yahudi, Ermeni ve Rumlar olmak üzere, çevresindeki ve ülkesindeki bütün gayrimüslim azınlıkların katkılarını sağlamış; sanat, ticaret, memuriyet ve diplomasi de, onların marifet, meziyet ve mesleklerinden oldukça yararlanmıştır. Bunları yaparken bu azınlıklara her türlü dini, içtimai ve iktisadi imkânları sunmaktan kaçınmamıştır.
Ancak, “hiçbir nimet külfetsiz, hiçbir rahmet zahmetsiz ve gül dikensiz” olmayacağı ve bazen “merhametten maraz doğacağı” için, özellikle Osmanlının idarede CİHAT (yani ülkesinde, bölgesinde ve yer yüzünde adalet ve hürriyeti sağlama ve koruma), ilimde İÇTİHAT ruhunu yitirmesi, yani değişmez doğruları esas olarak, değişen ve gelişen dünya şartlarına ve ihtiyaçlarına uygun bilimsel çözümler üretme gayretinin körlenmesi üzerine, şeytani dürtülerle kripto Yahudilerin (Müslüman görünen Sabataistlerin), kışkırtmasıyla bu azınlıklar, maalesef devlete hıyanete başlamışlardır. Hangi sebep ve saikle olursa olsun, zaman içinde Müslümanlaşan insanlarımızla veya hala açık Yahudi ve Ermeni kimliği ile aramızda yaşayan vatandaşlarımızla; hıyanet etmemek, fesatçı ve yıkıcı faaliyetlere destek vermemek şartıyla, bunlarla ilgili hiçbir sıkıntımız ve önyargımız elbette bulunmamaktadır.
Ancak kötü niyetli ve bozuk tiyniyetli olan Kriptoları tanımak ve tedbir almak ta, mutlaka lazımdır.
Sapla samanı karıştırarak, doğrularla yanlışları harmanlayarak, bazı gerçekleri saklayarak, bazılarını çarpıtarak hazırlanan Kemal H. Karpat’ın kitabına satır satır yanıt vermek yerine; gizlenen Kripto Yahudileri (Sabataist ve dönme şebekeyi) ve masonluk gerçeğini yazarak ve kasıtlı olarak atlanan boşlukları doldurarak okurlarımıza aktarmamız daha yararlı ve gerekliydi. Bu çağda yapılan en etkili ve tehlikeli yalancılık:
  • Doğruları eksik anlatmak
  • Kendi yorumlarını (yaşananların parçasıymış gibi) olayın içine katmak
  • Senaristleri ve sinsi niyetlerini değil, artistleri ve rollerini tartışmak
  • “İslamiyet’e saygılı ve tarihi gerçekle bağlı” görüntüsüyle, zehiri şerbete karıştırıp, öyle yutturup halkı uyuşturmak şeklindeydi.
“Türkiye'deki elitlerin rolünü Osmanlı Devleti'nin kuruluşu, genişlemesi ve modernleşmesi belirledi. Osmanlı hanedanı ve bürokrasisi kabilesel, etnik ve toplumsal bağlardan yoksun askeri bir elit olarak doğduğu için, bir insanın statüsünü belirleyen kriter; devletle kurduğu ilişkiydi. Yeni doğan devlete halk desteği sağlayan ve "gaza'' ideolojisini esas alan mistik dini elitlerin (Tasavvuf ve tarikat ehlinin) yerine zaman içinde, yerleşik İslam'ın mensupları geçti. Üç elit grubunun her biri (dini cemaatler, yerleşik İslam ve devlet adamları) saflarına dâhil edilecek kişileri belirlemede kendilerine has metotlar benimsedi ve özerk alanlar meydana getirildi. Zamanla devlet adamları grubu, iktidarı tekeline aldı ve “din ü devlet” formülüyle devletin ve dinin hamisi ve hakimi haline geldi.
On sekizinci yüzyıl başlarında kapitalizmin yavaş yavaş ülkeye girmesi, tarımın ticarileşmesi sürecine hız verdi. Merkezi otoritenin zayıflamasıyla birleşen bu ticarileşme süreci, sivil elitlere, popüler dini liderlerin desteğiyle, kendi cemaatleri üzerinden nüfuz sahibi olma imkânı da getirmişti. Birçoğu Yahudi ve Ermeni dönmelerden oluşan “ayan” ve daha sonra “eşraf” adını alan bu grup sözde yeni bir Müslüman orta sınıfın habercisiydi.
Masonik ve kripto bürokrasinin devleti güçlendirmek bahanesiyle; otoriteyi merkezileştirme ve reformlara girişme gayreti, maalesef devleti hem inançtan hem de hanedandan kopardı. Bunun sonucunda sultan halk desteğini sağlamak için halife olarak üstlendiği dinsel rolü ön plana çıkarmak zorunda kaldı. Tanzimat ve ittihatçılar döneminde, Masonların güdümüne sokulan orduya dayanmaya başlayan (ve kripto Yahudilere fırsat alanları açan) bürokrasi ideolojik olarak batılılaşmayı esas aldı ve “milleti” kendi iktidarının ve meşruiyetinin kaynağı haline getirmek yani istismar etmek için seçimleri ve parlamenter temsili bir araç olarak kullandı.
Abdülhamid döneminde modern eğitim sistemine geçiş yapılması ve yeni sistemin hızla etkinlik kazanması, taşra eşrafı içindeki kriptoların devlet görevlerine gelmesini sağlayarak eski elitleri takviye eden kaynağı kurutmaya başladı. Böylece mevcut bürokratik grubun bilgi üzerindeki tekeli kırıldı ve yerleşik dinin temel direği olan şeyhülislamlığın gücü ve prestiji zayıfladı. Meşrutiyet ve 1876-78 parlamentosu, bürokrasinin modernist kanadı tarafından girişilen; sultanın mutlak yönetimini sınırlamaya yarayacak bir "üçüncü" güç (yani "halk") yaratma çabasıydı. Ne var ki bu süreç, onlar farkında olmadan, sivil taşra elitlerinin (toprak ağaları, tüccarlar ve ulema sınıfı) neredeyse "milletin" temsilcisi olarak kabul edilmesine yol açtı.
1908 Jön Türk "Devrimi", mesleki yüksek öğretim kurumlarında yetişmiş modernist, liberal ve pozitivist bürokratik kanadın yani Masonların zaferini simgeliyordu. Devrim, belli bir işe, mülke ve halk desteğine sahip taşradaki Mason temsilcileri ve azınlık kesimleri için başta askeriye olmak üzere, iktidara tırmanma yollarını açıyordu. Hem bürokrasi hem de taşra elitleri, sahip oldukları gücü meşrulaştırmak için seçimlerden yanaydılar, ne var ki Tanzimatçı ve İttihatçı Masonların iktidarı ellerinde bulundurmaları, seçimleri kendi amaçları doğrultusunda istismar etmelerine imkân veriyordu. 1908-1918 yılları arasındaki Jön Türk yönetimi, siyasal iktidarın temel kaynağının millet iradesi olduğu kılıfına saklanarak; çeşitli etnik, dini, sosyal, mesleki ve entelektüel elitlerin oluşturduğu Mason ve münafık ekiplerin  "gerçek" sözcüsü olarak kamusal kabul görmelerini sağlıyordu.
Jön Türkler, kimlerdi?
Tamamına yakını Sabataist ve Masonlardan oluşan Jön Türkler hala içimizde, tepemizde, ensemizde bulunmaktaydı.
Sultan Abdülhamid devrinde Avrupa’da Ermenilerle birlikte Türkiye'nin kuyusunu kazmak için kongreler yapan onlardı.
Sultan Abdülhamid’i devirip Selanik'e sürenler onlardı.
Bütün ülkeyi Selanikleştirmek için gece gündüz çalışanlar onlardı.
Balkan Harbini bize kaybettiren onlardı.
Türkiye Ortadoğu’nun Japonya’sı olamadıysa bunun sorumlusu onlardı. İster Jön Türk deyin, ister İttihat ve Terakki, onlardır yargısız infazlar yapan, ülkeyi ve halkı dağıtan, İslam’a savaş açan hain insanlardı.
Sultan Abdülhamid kötü bir mutlakıyetçi imiş, bunlar ise iyi ve doğru hürriyetçiymiş, hepsi büyük yalandı!
Jön Türkler Cumhuriyetin de canına okumuşlardı. 1923'te kurulduğunda Cumhuriyetimiz çoğulcu idi, düşünce ve inanç hürriyeti vardı. Jön Türkler hürriyeti de, çoğulculuğu da katledip sahte Kemalizm uydurmuşlardı.
Türkleri, Kürtleri, Sünnileri, Alevîleri birbirine ve devlete karşı kışkırtıp kırdıran hep onlardı.
Eşitlik diyorlar, yalandır. Onların sisteminde elbette bir miktar sahte eşitlik vardır ama onlar halkın çoğunluğundan, Müslümanlardan "Daha eşittir" ve imtiyazlı konumdadır.
Jön Türk takımı bütün tahribatlarına rağmen güdüktür, kısırdır, soysuzdur.  Hani onların Süleymaniyeleri, Sultanahmetleri, Fatihleri, Sultan Selimleri yoktur…
Onların Fuzulî, Şeyh Galib, Ziya Paşa ayarında şairleri yoktur.
Onların Sinanları, Barbarosları, Cevdet Paşaları yoktur.
Onların edebiyatları yok, doğru bir tarihleri bile yoktur.
Tevfik Fikret'e sahiplenmeleri de boştur.  Sultan Abdülhamid zamanında Muallim Naci başkanlığında Peygamber fendimizi öven bir Na't-i şerif yarışması açılmıştır ve Mehmed Tevfik adında biri birinci olmuştur. Kimdi bu Mehmed Tevfik? Canım şu bizim Tevfik Fikret işte odur. Yani parayı verenin kulu olur! Hani Amerika'ya gönderdiği oğlu Haluk Protestan papazı olan şair, işte budur.
Jön Türklük nedir? Fesatçılık, fırsatçılık ve komitacılıktır... Dağa çıkmak veya Avrupa’ya kaçmaktır... Masonlar ve Dönmelerle el ele verip Devlet aleyhine çalışmaktır. Siyonizm karşıtı ve milli kafalı Sultan Abdülhamid’e komplo hazırlamaktır. Hürriyet hürriyet diye diye hürriyeti ve Cumhuriyeti çamurlaştırmak, canına okumaktır... Mason dönmelere fırsat doğsun diye Harbiye Nazırı Nazım Paşa'ya Babıalide suikast yapılmasıdır. Balkan harbini ve Rumeli-i Şahaneyi kaybedip Osmanlının yıkılışını hazırlamaktır. Jön Türk Tahsin Paşanın Selanik'i, emrindeki 20 bine yakın askere rağmen savunmayıp ordusunu ve silahlarını Yunana vererek teslim olmasıdır... Birinci dünya savaşını kaybedip, devleti dağıtmaktır. İslâm dininin terakkiye mani olduğunu iddia edip soysuzlaşmaktır.
Kurtuluş Savaşı'nın pratikte bütün elitlerin işbirliği aracılığıyla kazanılmış olmasına karşın, askeriyeye ve milliyetçi kesimlere sızan kriptolar diğerlerini yok sayarak zaferi tamamen kendilerine mal etmeye çalışıyordu. Yine de 1920'de Birinci Meclis toplanıyor ve Cumhuriyet 1923'te askeri müdahaleyle değil, serbest seçimle kabul ediliyordu. Sonunda CHP hem devletçi elitlerin partisi, hem de modernleşmenin takipçisi oluyor ve kendisini "milletin" tek sözcüsü ilan ediyordu. Mustafa Kemal (Atatürk) biçimsel olduğu kadar sembolik olarak da kendini iktidardan ayırarak bütün kararları millet iradesine atfediyordu. Ayrıca askerin siyasete müdahale etmemesini, çoğu zaman ihlal edilse de, sembolik anlamını koruyan bir devlet prensibi haline getiriyordu. Ne var ki kurucusu olduğu CHP'nin kriptoların güdümüne alınması ve kendi önerisiyle kurulan Serbest Fırka'nın kapatılmasıyla, Atatürk'ün “siyasal partilerin üzerine çıkarak, parti çatışmaları karşısında tarafsız bir hakem olma çabası” başarısızlığa uğramıştı.
Kripto kesimlerin (Gizli Yahudi ve Ermenilerin) hıyaneti
 Eğitim sisteminin yaygınlaşması, profesyonel elitlerin nispi artışı ve sanayileşme, elitlerin sayısını arttırsa da kriptoların gizli hâkimiyetine meydan okuyabilmelerini sağlayamadı. Ancak 1945/46'da çok partili demokrasiye ve 1950'de doğrudan seçim sistemine geçilmesi, CHP iktidarını görünürde sona erdirebilmiş, ama gerçekte Masonlardan ve kriptolardan oluşan CHP bürokrasisi baki kalmıştı. CHP'nin temsil ettiği devletçi elitler, laiklik ve Atatürk inkılâplarının korunması gerekçesinden ve son olarak ordunun hassasiyetinden faydalanarak 1960 ve 1971'de iktidarı yeniden ele almıştı. Ancak 1980 müdahalesinden sonra; ordu, CHP, üniversiteler ve basın arasındaki koalisyon dağılmıştı.
Milli Görüş sayesinde dini elitlerin tırmanışı ve İslam'ın olağandışı canlanışı; kripto ve Masonlarca askeri müdahale için sürekli bir gerekçe sayılmıştır. Ne var ki bu sorun, kriptoların ve İslamcıların (Din istismarcılarının) birbirlerinin ihtiyaç ve amaçlarını anlayamamaktan kaynaklandığını söyleyen ve AKP’yi çözüm olarak gösteren güçlerce aşılmaya çalışılmaktadır.  Kriptoların ve bilhassa orduya sızmış takımının gözünde bütün İslamcı liderler demokratik kanalları kullanarak iktidarı ele geçirmeyi ve bir teokratik yönetim kurmayı amaçlayan birer gerici konumundadır. Öte yandan kimi dini liderlerse orduyu "milletin" İslami özlemlerini sınırlayan güçler olarak tanımakta ve çoğu zaman "milletin vicdan özgürlüğüne tecavüz eden" ve "ruhunu ayaklar altına alan" odaklar olarak sataşmaktadır. Aslında İslamcıların büyük kısmı ve Türk halkının ezici bir çoğunluğu genel olarak moderniteyi, özelde de Cumhuriyet’i benimsemiş durumdadır. Onlar dine bir manevi beslenme kaynağı olarak bakmaktadır ve tek istedikleri, cezalandırılma veya damgalanma korkusu duymaksızın inançlarını yaşamaktır.
Türkiye'nin belirgin ve acil bir şekilde ihtiyaç duyduğu şey “laikliğin” ve "gericiliğin" yeniden tanımlanmasıdır. Bu yapılana kadar siyasal katılım ve elitlerin statüsü “İslamcı” ve "Kemalist" şeklinde ideolojik sınıflandırmalara tabi tutulacaktır. Maalesef, elitler kendilerini analiz etme becerisinden yoksundur ve temelde o kadar muhafazakârdırlar ki kendilerine rağmen kaydettikleri ilerlemeyi anlayamamışlardır. Birbirlerine duydukları şüphe, halkın zihninde, sürekli olarak, taraflardan birinin atacağı yanlış adım nedeniyle devletin varlığının ortadan kalkabileceği korkusunu yaratmaktadır. Bunun sonucunda halk ordunun siyasete ve inanç meselelerine müdahalesine karşı son derece eleştirel bir tavır takınmıştır, ama yine de en güvendiği kurum TSK’dır. Çünkü ordu, kendisini, devleti ve bağımsızlığı korumaya adamıştır. 1997'de yapılan bir ankette halka en güvendiği kurumlar sorulmuş, yüzde 87 ordu, yüzde 29 meclis, yüzde 32 hükümet ve yüzde 39 yargı yanıtı çıkmıştır. Bu ankete katılanların yüzde 88'i, genel oy (seçmen yaşının on sekize indirilmesi), özgür seçimler ve hatırı sayılır seviyedeki özgürlüklere karşın, siyasal sistemden şikâyetleri vardı. Eleştirilerin hedefinde, despot tutumlar sergileyen, partileri tek adam olarak yöneten ve daha genç ve yeni kadroların (iş adamları, akademisyenler, gazeteciler ve buna benzer profesyonel elitler) siyasal süreç içinde anlamlı bir rol oynamasına izin vermek konusunda isteksiz davranan yaşlı parti liderleri vardı. (Tabi sürekli pompalanan bu propagandaların asıl hedefinde Milli Görüşü parçalamak ve Erbakan’dan kurtarmaktı. M.Ç.) Kısacası Türkiye'nin elitleri gerçek bir Demokratik kültürden yoksundur, demokrasiyi sadece elitizmi ve kendi mutlak kişisel yönetimlerini sürdürmek için ağızlarına almaktadırlar.”[1]
Değişim ve Osmanlı'nın millileşmesi üzerine bazı düşünceler
Türk toplumunun son yüz elli yıldan beri geçirdiği kültürel, sosyal, ekonomik ve siyasi değişimin etkenleri nelerdir, aktörleri kimlerdir?. Osmanlı döneminde başlayan bu süreci anlamak için her şeyden evvel temel bir soruya cevap vermek gerekir: Acaba geleneksel tarihi bir toplum ve devlet, kendi iç gücü ile kendisini yenileyebilir mi? Soru göründüğünden çok daha karmaşıktır. Tarih boyunca çoğu Müslüman devletleri kuruluşlarından bir iki yüzyıl sonra dağılmış, yok olmuşlardır. Bu devletlerin eskiden yönettiği toplumlar ise bir siyasi varlığa, yani onları temsil eden bir kuruma, devlete sahip olmadıkları için gelişememiş ve 19. yüzyılda Batının müstemlekesi olmuşlardır. Din temelli devletlerin yok olmasının mukadder olduğunu îbn Haldun Mukaddimesinde uzun uzadıya anlatır, çünkü bu devletler kendilerini kendi güçleriyle yenileme kabiliyetinden mahrumdurlar. Bu değişmez siyasi mukadderatın tek büyük istisnası, Osmanlı Devleti ve onun devamı olan Türkiye Cumhuriyeti'dir. Gerçekten, devlet ve toplum olarak köklü değişmeler geçirerek bugüne kadar, yedi yüzyıl süre ile varlığını devam ettiren tek Müslüman devleti Osmanlı ve bugünkü Türkiye’dir.
Osmanlı 18. yüzyılda kendi iradesiyle, bilinçli olarak kendini yenilemeye karar vermiş, ama kripto Yahudiler ve masonik merkezlerce bu süreç, “Osmanlıyı parçalama ve Müslümanları Dinden uzaklaştırma” şeklinde işletilmiştir... Cumhuriyet Osmanlı'nın siyasi rejimini değiştirmiş ve ancak halkın kültürüne, diline, kimliğine dayanarak ayakta kalabilmiştir. Bir devletin ve toplumun kendi dilini, kültürünü, kimliğini muhafaza ederek ayakta kalabilmesi ancak değişimle, yani kendini kendi gücüyle, içeriden yenilemesi ile mümkündür. Özünü ve dilini muhafaza ederek değişmek bir bakıma mucizedir, çünkü Osmanlı ve Türkiye bazen birbirine karşıt olarak hareket eden Asya ve Avrupa, Müslümanlık ve Hıristiyanlık, Roma-Bizans ve Arap-Fars medeniyetleri ve kültürlerinden etkilendiği gibi; kendi göçebelik ve Orta Asya geleneklerini Türk kavim bilincini İslam potasında eritmiş ve sonunda hepsini bağdaştırıp sentez yaparak kendine mahsus özellikleri olan bir medeniyet yaratmıştır. Gerçekten Osmanlı daha kuruluşunda kendi özelliklerine sahip olan Müslümanlığı ve Anadolu'da ve Rumeli'de bulduğu Hıristiyanlığı bir arada yaşatmıştır. Fakat Osmanlı'nın Ortodoks-Bizans Hıristiyanlığı Batı Hıristiyanlığından farklıdır. Osmanlı idaresinde bulunan dinlerin ve toplumların ayakta kalanları, kendi çerçeveleri içinde varlıklarını korumuşlardır. Bu arada Osmanlı, temelde yine Müslümanlığın ilkelerine bağlı kalarak ve Bizans-Roma kurumlarından bir derece yararlanarak kendine mahsus bir idari, siyasi ve kültürel sistem ortaya çıkarmıştır. Böylece daha kuruluş zamanından beri Osmanlı Devleti ve günümüzdeki Türkiye hem Batılı hem Doğulu, yani tam manasıyla bir Avrasya devleti ve toplumu olarak ayaktadır. Fakat Osmanlı ve Türkiye, Batıyı ve Doğuyu sinesinde birleştirmekle beraber, ne tam Batılı ne tam Doğulu olmuştur, olamaz da. Medeniyetler kökenleri ve onları etkileyen güçler ne olursa olsun, kendi milli kimlik ve özelliklerini oluşturarak bunları muhafaza etmek zorundadır. Özellik ve kimliklerini muhafaza edemeyen medeniyetler, başka medeniyetler içinde eriyip yok olacaktır.
Prof Kemal H. Karpat’ın: “Osmanlı'nın bir medeniyet yarattığını birçok kimse inkâra kalkışmaktadır. Bu konuyu ele alırken, dinlerin medeniyet kurup kuramayacağı üzerinde durulmalıdır. Tüm dinler isimleri ne olursa olsun manevi değer, inanç, siyasi ve sosyal ahlak kaynağı olarak medeniyetlerin temel unsurlarıdır. Belirli bir dine sahip olmayan, yani manevi yönü bulunmayan bir medeniyetin-vücut bulamayacağı gibi-uzun süre yaşaması imkânsızdır. Diğer yandan dinler ancak siyasi-dünyevi kurumların oluşturduğu düzen ve güvenlik içinde ayakta kalmaktadır. Şüphesiz dinler hukuk düzenini daima etkilemiş kurumlardır. Fakat kendi başlarına siyasi, dünyevi, idari yapı yaratamazlar; çünkü devlet, siyasi ve dünyevi güçlere, yani maddiyata dayandığı için dinin temsil ettiği manevi inançlardan ayrı bir siyasi varlıktır. Evet, din kısa süre için kendi devletini yaratabilir, fakat bu din-devlet beraberliği uzun sürmez, İslam'da Hazreti Muhammed ve Halife Ebu Bekir zamanında din-devlet ayrılığı yoktu, çünkü Müslüman toplumu farklılaşmamıştı, küçüktü. Halife Ömer zamanında ümmet genişleyince devlet de idari bir kurum olarak ortaya çıkmıştır. Din-devlet ikiliği İslam'da devamlı tartışma konusu olmuştur, fakat sonunda İbn Teymiyye gibi köktenci düşünürler bile devletin lüzumunu-zaruretini kabul etmişlerdir.” Şeklindeki bazı doğruları içeren tespitleri arasındaki birtakım yanlışları ise, ya İslami bilgi noksanlığından veya kasıtlı olarak İslamiyet’i de diğer muharref dinlerden biri gibi gösterme hastalığından kaynaklanmaktadır. Çünkü İslamiyet hayatı bir bütün olarak ele alan, maddi ve manevi ihtiyaçları, Dini ve dünyevi amaçları birlikte karşılayan ilahi ve evrensel esaslar ortaya koymakta ve tüm insanlığı kuşatıp kucaklamaktadır.
Maddiyatı yani dünyayı, dünyeviliği inkâr eden bir din uzun zaman ayakta duramaz. Diğer yandan maneviyatı ve dini inkâr eden bir devlet de uzun süre yaşayamaz. (Orta Amerika'da Maya ve Azteklerin yarattığı medeniyetler -ki Mısır'ı andıran muhteşem yapıtları hâlâ ayaktadır- maddiyatı ve maneviyatı bağdaştırmadıkları için bir avuç İspanyol Katoliğe karşı koyamamış, bunlara köle olarak yok olmuşlardır. Yetmiş sene boyunca dini, yani maneviyatı inkâr eden Sovyet Birliği dağılmıştır. Bugün Rus devleti Ortodoksluğu diriltmek için büyük çaba harcamaktadır.) Osmanlı maddi yaşam ile maneviyatı, yani devleti ve dini bağdaştırarak çeşitli Hıristiyan din gruplarının Müslümanlarla bir arada yaşamasını başardığı gibi Müslümanlığın da gelişmesini sağlamış, fakat 17. yüzyılda din-devlet dengeleri bozulmuş, devlet dini (İslam’ı) kendi amaçları için kullanmaya başlamıştır.
Dinden Müslümanlık, Hıristiyanlık şeklinde söz etmek mümkün olduğu gibi medeniyetlerden de Batı, Doğu, Asya medeniyeti olarak bahsetmek olağandır. Fakat tatbikatta dinler ve onların bağlı olduğu medeniyetler genellikle belirli bir kavmin ismi altında ortaya çıkmışlardır. Örneğin Batı medeniyeti Fransız, İtalyan vs. kavim isimleriyle anılmaktadır. İslam medeniyetini ise Arap ve Fars kültür ve dilleri biçimlendirmiş, dünyevileştirmiştir. (Kur’an Arapçasının halkın konuştuğu dil olmadığı malumdur.) Farsça ve Arapça arasında çatışma olmuştur ve bu çatışma din değil, dil etrafında dönen kavmi-milli bir çatışmadır. (Şuubiyye olarak bilinen bu çatışma Arap dilcilerinin başarısıyla sonuçlanmıştır.) Buna karşılık Osmanlı kendine mahsus bir devlet ve toplum yaratarak kendi medeniyetini kurmuşsa da bunu Arap, Fars gibi kavmi kökene bağlayamadığı-daha doğrusu bağlamak istemediği için-yarattığı medeniyetin kendine mahsus bir kimliği olduğunu dünyaya kabul ettirememiştir. Gerçi Arap ve Fars medeniyetlerinin büyük bir bölümü din kökenli, yani İslami’dir, fakat dil sayesinde İslam, millileşmiştir. Osmanlı da kavmi bir dile, yani Türkçeye sahip olmakla beraber ancak 19. yüzyılda dini kavmi bir şekilde ifade etmek yolunu aramıştır. Son sultan-halifeler, Abdülhamid (1890'dan sonra) dâhil kendilerini Türk olarak görmüşlerdir.
Osmanlı Eski Roma ve Bizans'ın tarihi ve kültürel birikiminden yararlanıp, ancak kendi dini ve milli mefkûresiyle kaynaştırarak;  yani Müslüman idare şekli ve felsefesiyle bağdaştırarak Batı ve Doğu arasında bir sentez yapmış, kendi medeniyetini yaratmıştır. Osmanlı medeniyet ve kimliğine öz veren en önemli kökenler arasında-dinin yanında-sırası ile Asya’dan edindiği devlet geleneği, millet bilinci ve dil vardır; fakat Osmanlı ne kavim ne dil kimliğini siyasileştirmiş, bunları bilinçaltında yaşatmıştır.
Meydanda diğer bir gerçek vardır. Türk kavimlerinin ve dillerinin varlığı milattan üç bin sene evvele kadar gitmektedir. Aynı zamanda bu kavimler birbirleriyle ve kendilerinden olmayan kavimlerle karışıp durmadan doğudan batıya göç ederek; örgüt, din, yaşam değiştirerek ve nihayet 10. yüzyılda kitle halinde Müslümanlaşarak ve yeni değişmelere uğrayarak bugüne kadar gelmişlerdir. Bu arada Türk kökenli kimselerin birçok devletin kuruluşunda yer aldıklarını söylemek gerek. Fakat Gazneviler olsun, İran Selçukluları veya Hindistan Baburileri vs. olsun tüm bu Türk elitleri kendi kültürlerini ve dillerini bırakarak yerli halk içinde ve İslam kardeşliği bilinciyle hareket etmişlerdir. Gerçi bugünkü ütopist Türk milliyetçileri Türklerin tarihte on altı devlet yarattıklarından söz etseler de bu devletlerin-Osmanlı hariç-fazla iz bırakmadan yok oldukları aşikârdır. İran'da Selçuk-Safavi devletlerinin kurucuları Farslaşmışlardır
Bugünkü duruma gelelim. Hanedan devletlerin yerini bugün genelde milli devletler almıştır ve bunların arasında Türkiye ön plandadır. Fakat bugünkü Türkiye'nin kökenleri kasıtlı tartışma konusu yapılmaktadır. Osmanlı'nın bir hanedandan başka bir şey olmadığını, onun yerini alan Cumhuriyet’in yepyeni bir toplum ve devlet kurduğunu; yani bugünkü Türkiye'nin irade ile yaratılmış bir varlık olduğunu iddia edenler vardır. “Türkiye ilk ve son Türk devletidir” diyenler, bugünkü Cumhuriyetin Osmanlı temelleri üzerine kurulduğunu inkâra kalkışmaktadır. Gerçeklerle ve ilimle bağdaşmayan bu yanlış görüşlerin kökeninde zoraki "Türkleştirme", yabancılaşma vs. gibi birçok nedenler vardır. Fakat asıl neden tarihi kültür değişmelerinin, din ve devlet ilişkilerinin doğru anlaşılmaması ve doğru anlatılmamasıdır. Kişi iradesinin devlet yaratılışında rolü inkâr edilemez, fakat bu iradenin hem tarihe hem halk kültürüne uygun olması gerektir. Kısacası, bugünkü Türkiye'nin temelinde yatan güç; hem din hem cumhuriyet temellerine dayanan çağdaş kimlik ve bunun en açık ifadesi olan dildir. Evet, çok değişmiş, zedelenmiş fakat yine de temel yapısını korumuş bir Türk dili vardır. Evet, uzun zaman devletinden mahrum kalmış fakat her şeye rağmen binlerce yıllık tarihi olan dilimiz, yani Türkçemiz, bugün maalesef yoğun bir yabancı kelime işgali altındadır ve hatta sadeleştirme ve özüne döndürme bahanesiyle yozlaştırılmaya ve kısırlaştırılmaya çalışılmaktadır.
Osmanlının sırrı: Din ve Dil
İstanbul'un 1453'te fethedilmesiyle Osmanlı Devleti Bizans'ın (Doğu Roma) mirasına sahip olmuş ve çeşitli Bizans kavimlerini (Bulgar, Sırp, Ulah, Yunanlı, vs.) bir din çatısı altında birleştirmek için Patrikhane'den yararlanmıştır. Müslüman kavimleri birleştirmek için de İslam'ı bizzat kendisi esas almıştır. Din, Müslümanları ve Ortodoksları ayrı ayrı birleştirmiş ve ayrı topluluk hâlinde gelişmelerini sağlamıştır. Yani din, en belirleyici kimlik unsuru olmuştur. Kilisenin dili Rumca (Grek) olarak kabul edilmiş, fakat küçük yerlerde eski Slavonca ve halkın konuştuğu kavmi dil kullanılmıştır. 1767'den sonra Patrikhane Helen dilini konuşmayan Sırp, Ulah ve Bulgarları Helenleştirmeye çalışmıştır. Sonunda Helen dilini konuşmayan Ortodoksları hem devletten hem de Patrikhane'den uzaklaştırmıştır ki Ortodoks Hıristiyanlar arasında milliyetçiliğin başlangıç nedeni, Patrikhane'nin dili millileştirmesi, yani Helenleştirmesidir.
Osmanlı ise kendi dilini, yani Türkçeyi ne Müslimlere ne de gayrimüslimlere empoze etmiştir. Böylece Arapça, Peygamber'in ve Kur’an’ın dili olarak çeşitli kavimlerden oluşan tüm Müslümanların ortak ibadet dili olarak kabul edilmiş, fakat devlet seviyesinde Türkçe ana dil olarak kalmıştır. (Bu durumun istisnaları vardır.) Böylece devletin ve idarenin dili kabul edilen Türkçenin din ile çatışması önlenmiştir. Osmanlı devlet elitini (Fatih'ten sonra ihtida edenler çoktur) birleştiren güç, din; yani İslam’dır. Fakat bir iki kuşak sonra ihtida edenler dil sayesinde Türkleşmişlerdir. Türkçe, Osmanlı elitinin ana dili olmuştur. Osmanlı eliti Farsça ve Arapçayı öğrenmiş ve okumuşlar (ulema dâhil) bu dillerde eserler yazmışlar, fakat ana dilleri Türkçe olmuştur. Bu arada halk seviyesinde gruplar, Türkler dâhil, birbirleriyle kaynaşmış, din değiştirmiş (Karamanlılar, Gagauzlar) fakat dillerini muhafaza etmişlerdir. Bazen de içinde yaşadıkları grupların dilini almışlardır; Kürt beylerin himayesine girmiş Alevi aşiretleri gibi.
Osmanlı Devleti'nin eski sosyal yapısı 16. yüzyılın yarısından sonra değişme yoluna girmiş, iletişim arttıkça Türkçe ön plana çıkmaya başlamıştır. Bu arada ekonomik alanda özel mülkiyet ve pazar ekonomisi, devletçi ekonomik görüşle durmadan çatışarak gittikçe büyüyen gerginliklere yol açmıştır. Sosyal ve ekonomik değişmeler, Müslüman toplumların birbiriyle daha çabuk kaynaşmasına yol açtığı gibi kişisel (ferdiyetçi) akımların güç kazanmasını da sağlamıştır. Böylece 18. yüzyılın sonlarında Osmanlı kültürünün ve kimliğinin belirgin bir şekilde ortaya çıktığı ve Osmanlı medeniyetinin daha açık bir şekil almaya başladığı söylenebilir. Osmanlı siyasi kimliğinin hanedan kimliğinden farklı bir siyasi şekil alması, yine bu dönemde oluşmaya başlamıştır ve bizzat devlet tarafından yönetilmiştir. 19. yüzyılda devleti ve onun üzerinde yaşayan her şeyi padişahın şahsi malı olarak görmek yerine, devleti kendi başına, kendi hayatı olan sosyal-siyasi bir varlık olarak görmek eğilimi yoğunlaşmıştır, toplumu devletin temeli olarak görmekle, önemli bir değişim yaşanmıştır. Topluma devletin temeli olarak bakılmaya başlanınca; devlet kültürü ve dilinin de toplumun çoğunluğunu oluşturan kimselerin kültür, din ve diline uygun olması gerektiği düşüncesi ağırlık kazanmıştır. Bu gelişmeler de sayıları artan ve modern okullarda eğitim alan devlet mensuplarını, yani bürokrasiyi, toplumu millet şekline dönüştürmek ve bu yolla hâkimiyetini yürütmek yollarını aramaya sevk etmiştir. Bu sırada “akılcılık ve aydınlanmacılık” kılıflı Din karşıtlığı ve kafatasçılık ırkçılığı, kripto Yahudiler ve Sabataistler tarafından milli birlik ve dirliğimizi bozmak üzere sürekli kışkırtılmıştır. Mason Tanzimatçıların ve Islahat Fermanının (1856) “din, dil, kültür farkı gözetmeksizin ortak vatandaşlık üzerine kurulmuş bir Osmanlı milleti yaratmak” çabaları aslında Osmanlıyı parçalamanın ilk adımıdır. Yüzyıllardan beri temel örgütü dini cemaat olan ve ona uygun kimlik ve kültürler üzerinden yapılanan bir devlet ve ona tabi toplumun; böylesi Masonik planlarla felsefesi, değerleri ve örgütlenme şekilleri bir anda çözülmeye başlamış ve sonunda “Osmanlılığı yaymak” yalanıyla Müslümanlar ve gayrimüslimler birbirlerinden uzaklaşmış ve ayrılmışlardır.
İslam kimliği taşımakla beraber Osmanlı'da din bağnazlığı görülmemişti. Aynı zamanda "akıl ve vicdanlı yaklaşımı", din çevrelerini etkileyerek onları İslam'ın ilimle bağdaştığını ve çağdaş medeniyetle çatışmadığını göstermeye sevk etmişti. Sultan II Mahmud'un dinin değişmeye engel olmadığını şeyhülislamın bulduğu hadislerle ispat etmeye girişmesi, taklitçiliğe karşı bir tepki ve tedbirdi. Ancak, devletin dini kendi politik görüşleri uğruna kullanma hevesi, hem devlete hem dine zarar verecek bir hareketti. Aynı zamanda, Türkçenin okul, basın ve iletişim yolu ile yaygınlaşmasına hız verilmişti. Bu "millileşme"yi sultan-halife de kabul etmiştir. Abdülhamid bilinen İslamcı politikasıyla beraber, eskiden Arapça tartışılan "huzur dersleri"nin-halk neyin tartışıldığını anlasın diye-Türkçe yapılmasını emretmiştir.
Bu arada kripto Yahudilerin özel gayretiyle, zaten dış görünüşü itibariyle Osmanlılaşan İslam'ın "Türk biçimine" sokulması dönemi başlatılmıştır. Değişim, bu dönemde, yani 18. yüzyılın sonu ve 19. yüzyılın son çeyreğine kadar Masonların güdümüne sokulan, devlet eli ve gücü ile olmuş; bundan sonra ise değişimi sivil toplumun katılımı ile halkın kültürüne ve kimliğine uygun olarak gerçekleştirmek çabası hızlanmıştır. Böylece 19. yüzyılın ikinci yarısından sonra Osmanlı Ülkesi, Kur’an ve hadis kökenli İslam'ın yerine, dinin zahiri esaslarına bağlı kalarak fakat  “Türkçü ve Batı güdümlü” bir İslam yoluna sapılmıştır.
Osmanlı'nın sosyal-kültürel-siyasi değişmesi de Osmanlı medeniyetinin özelliklerine göre yol almıştır. Çok uluslu, çok dile sahip imparatorlukların değişimi, çok kez eski yapının yerini alan (çoğu kavmi-milli olan) yeni devletler şeklinde olur ki her yeni devlet kendi kavmi dilini, kurumlarını ve kimliğini geliştirmek çabasına girerek başka dillerin ve kavimlerin sultasına başkaldırır. İşte Bizans'tan miras kalan Sırp, Bulgar, Ulah, vs. kavimler Osmanlı hoşgörüsü sayesinde etnik kimlik ve dillerini koruyup huzur içinde yaşarken Tanzimatçı ve İttihatçı Masonların ve Yahudi Kriptoların aydınlanmacı kılıflı kışkırtmaları sonucu 19. yüzyılda milli devletler olarak özgürlüklerini ilan ederek Osmanlı'dan ayrılmışlardır.
1878'den sonra Osmanlı nüfusunun büyük çoğunluğu Müslümanlardan oluşmakta idi. Rumeli ve Anadolu'nun büyük kısmı Türkçe konuşmakta idi. Müslümanlar (Araplar ve kısmen Arnavutluk, kitle halinde yaşadıkları yerler hariç) birbirleriyle kaynaşmış durumda ve eski Osmanlı kültürel, siyasi kimliğini muhafaza ederek kültür birliğine dayanan bir bütün oluşturmakta idiler. Böylece Rumeli ve Anadolu'da yaşayan Müslümanlar, yani mevcut tebaanın çoğunluğu, Hıristiyanlar arasında oluşan dil ve din çatışmasına kurban olmadan Osmanlı Devleti'nin "millileşmesine" intibak etmişlerdi. Çünkü Osmanlıda esas olan İslam kardeşliği ve insan eşitliği idi. Hatta bir üst kimlik olarak Türklükle Müslümanlık, Batıda aynı şeydi. Dikkat edilmesi gereken ana nokta, bizim burada "millileşme" ve “Türkleşme”yi ırka değil; kültür, tarih, yaşam, siyasi tecrübe ve (Osmanlı idaresinde yaşayan) coğrafyaya dayandırmakta olmamızdır. Nihayet bir yerde kendine mahsus bir varlık gösteren kolektif bir kimlik vardır ve kişi buna uymaktadır.
“Bugün Cumhuriyet döneminde Türkiye'de yaşayan Müslümanlar, daha 19. yüzyılda beliren modern akılla Osmanlı kimliğini, daha kesin şekil alan "milli" bilinci paylaşmaktadır. Bu "milli" "Türk" kimliği başka dillerin ve dinlerin Türkiye sınırları içinde yaşamasına engel olmamaktadır. Bu ülkede gayrimüslimler vatandaş olarak kendi dil, din ve kültürlerini muhafaza etmek hakkına sahip oldukları gibi etnik farkları korumak isteyen Müslümanların da siyasileştirmemek koşuluyla aynı haklara sahip olmaları olağandır. 19. yüzyılın ikinci yarısından sonra yazı Türkçesi halkın konuştuğu dile gittikçe yakınlaşmış ve 1876 Anayasası tarafından resmen devlet dili olarak vasıflandırılmıştır. O zaman Türkçenin devlet dili olmasına itiraz eden olmamıştır, çünkü yüzyıllardan beri öyle gelmiştir. Türkçe gazetelerin, dergilerin ve kitapların sayısının artması Türkçenin toplumun genel dili haline gelmesini sağlamıştır.
Ancak mutlak güce sahip devlet fikrini savunan ve devleti ele geçirerek, kendi kafalarında taşıdıkları dini rejimi kurmak isteyen siyasi İslamcılar da vardır. Bunların arasından da beni tenkit eden ve bilhassa Atatürk'ü savunmamı yadırgayanlar çıkmaktadır. Benim gözümde Atatürk, Türkiye Cumhuriyeti'ne Türk ismini vererek yüz elli yıldan beri oluşan değişmeleri ruhuna uygun olarak en isabetli şekilde sonuçlandırmış ve nihayet Osmanlı Devleti'nin 1918'de yıkılışından sonra toplum milli devlete dönüştürmüş insandır. Aynı zamanda Atatürk İslam’ın canlanmasını, çağdaşlaşmasını ve millileşmesini sağlamıştır. (Bu tespit yanlıştır ve iftiradır. Çünkü İslam’ın millileşmesi ve bir kavmin yedek lastiği haline getirilmesi sapıklıktır.) Uygulama metotları ve elde ettiği sonuçlar tartışılabilir, fakat kurduğu devletin yaşama gücü aşikârdır ve bu güç demokratikleşme ile daha da artacaktır. Evet, söylediklerimi kabul etmeyen dinciler, liberaller, milliyetçiler vardır; çünkü bazılarınca Atatürk hem Osmanlı'ya hem İslam'a karşı sanılmaktadır. Oysa ben olayları derinliğine ve uzun dönemli sonuçlarına göre değerlendirdiğim için Atatürk hakkında da çok farklı ve olumlu düşünüyor ve Onu sahte Atatürkçülerin ve yobazların (ikisi de aynıdır) elinden kurtulmuş görmek istiyorum.” diyen yazar ülkenin gerçek sahipleri olan Müslüman çoğunluğu “yarım hür”, diğer azınlıkları “tam özgür” sayma safsatasından kurtulamamaktadır.
Türkiye’de değişmesi gereken, Masonik ve ideolojik devlet fikri ve devlet-vatandaş ilişkileridir. Türkiye'de 1946'dan beri demokrasi uygulandığı halde, seçimlerle iktidarların değişmesine rağmen aslında devlet-vatandaş ilişkilerinde ve baskıcı devlet fikrinde büyük değişmeler görülmemiştir. Ancak 2002'den beri olumlu zannedilen bazı gelişmelere ise devlet, milli birlik ve dirliği bozmaya yöneliktir. Bu arada, halkın temel kültür ve inancına saygı fikri de giderek yerleşmekle beraber tam manasıyla kökleşmemiştir. Ama hayırlı değişmeler devam etmektedir ve edecektir. Bunun için halk kültürü ile devlet kültürünün bir yerde birbiriyle uyuşması gerektir. Bu fark, din ve laiklik konularında çok açık bir şekilde kendini göstermektedir.  Laiklik-dünyevilik-hem Osmanlı Devleti felsefesine, hem halk yaşamı biçimine köklü bir şekilde yerleşmiştir. “Dinin sadece toplum kültürünün bir parçası olduğunu söyleyen fakat dinin camiye hapsedilmesini isteyenler ve bu amaçla ılımlı İslam’ı üretenler de genellikle kripto Yahudilerdir. Diğer yandan laikliği pozitivist bir yaklaşımla dinsizlik olarak gören ve bu tip laikliği korumayı baş hedef olarak belirleyen bir devlet hem gerçek laikliğe ve hem de demokrasiye karşı en büyük kötülüğü işlemektedir.
Türkiye'de demokrasi, 1945/6'da kuruluşundan sonra yavaş, bazen kesintilere uğrayarak, durmadan gelişmiştir. Böylece 1945/6'dan sonra doğan kuşakların–ki bu, Türkiye nüfusunun yüzde yetmiş beşine tekabül eder-içinde yaşadıkları, benimsedikleri ve bildikleri tek rejim demokrasidir. Bir insan siyasi rejimi yalnız siyasi eğitim ve ideolojik endoktrinasyon yoluyla kabullenmez. İnsanlar, içinde yaşadıkları demokratik hayatın ve serbest düşünüp serbest konuşmanın verdiği alışkanlık sayesinde demokrasiyi benimserler. Aşırı sağ ve sol dahi demokrat bir ortam içinde giderek mutedil hale gelirler. Ancak Siyonist ve emperyalist güçlerin güdümündeki gizli despotizme ve sömürü düzenine “Demokrasi” kılıfı geçirip putlaştıranlara da dikkat kesilmek, devleti ve ülkeyi bu demokrasi putuna kurban etmemek gerekir.
Halkın siyasi bilinçlenmesi ve oyunu serbestçe kullanarak ülkeyi idare edecek elitleri serbest seçebilmesi can alıcı bir gelişmedir. İdare edenlerle idare edilenlerin aynı dili konuşmaları; aynı düşünceleri, amaçları, kültürü ve felsefeyi paylaşmaları medeniyetin ve demokrasinin temel-kalıcı prensibidir. Türkiye 1980'den beri halkı ve elitleri birleştiren bir kültür bütünleşmesini sağlayan ve ortak demokratik değerler üreten bir yola girmiştir. Bu gelişmeleri önlemek isteyenler geçici başarılar sağlayabilir, fakat sonunda mağlup olup geri çekilecektir, çünkü Türkiye'de demokrasi bir elitin, bir partinin aleti değil, halkın sahiplendiği ve benimsediği bir yaşam şeklidir.”[2]

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder