12 Ocak 2019 Cumartesi

LAİKLİK LAKLAKCILIĞI VE İSRAİL ŞAKŞAKCILIĞI

LAİKLİK LAKLAKCILIĞI VE İSRAİL ŞAKŞAKCILIĞI
      
Sn. Cumhurbaşkanı da, başkaları da bilir ki, İsrail “Laik ve demokratik bir Cumhuriyet”değildir. Tam aksine; “Dogmatik bir şeriat” devletidir. Daha doğrusu, “Radikal Şeriatçı bir terör çetesidir”. İsrail, bütün dünyayı fesada ve savaşa sürükleyen ve Türkiye’yi; sadece Beyaz Türklere ve Beyaz Mü’minlere (yani Sabataist Yahudi dönmelerine) reva gören bir şeytan şebekesidir. Cumhurbaşkanı Sezer’in, İsrail ziyaretinin ardından yaşanan Lübnan işgali ve Siyonist vahşeti ise, bunların en açık göstergesidir.
Ve yine İsrail, Sn. Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in çok karşı olduğu“Dogmaların, safsataların ve sapık saplantıların” din ve devlet ideolojisi olduğu bir ülkedir. Siyonist Yahudilerin “aklı ve bilimi”, kendilerinden başka herkesi ezmeyi ve sömürmeyi, onlara güzel ve gerekli göstermektedir.
Şimdi yeri gelmişken tekrar soralım:
Sahi, Sn. Cumhurbaşkanı Sezer; “Yüce dinimizi ve manevi değerlerimizi kastediyor”şeklinde yorumlanmaya müsait; “Dogmalara kapılmayın, çağ dışı kavram ve kuralları bırakın” benzeri çıkışlarıyla, AKP’nin din istismarına meşruiyet kılıfı hazırladığının ve söz verdiği halde aslında işine gelmediği için kaytardığı sorumluluklarına, mazeret kazandırdığının farkında değil midir? Toplumda, teşkilatında ve tabanında: “Tayyip Erdoğan çok inançlı ve ülkeye hizmet amaçlı bir Başbakandır… Ama ne yapsın, cumhurdan bu denli kopuk ve halkın inançlarına böylesine soğuk bir Cumhurbaşkanı vardır. Bu yüzden Tayyip dengeleri korumak ve dikkatli davranmak zorundadır” şeklindeki kanaatleri haklı çıkaracak söylem ve eylemlerin, marazlı ve kötü maksatlı çevrelerce AKP’nin lehine kullanılması, doğrusu bizleri üzmekte ve endişelendirmektedir.
Cumhurbaşkanı Sezer yeni eğitim-öğretim yılı başlarken; “Dogmalarla ve boş inançlarla çocukları ve gençleri etkileme amaçları güden okulların ve kursların varlıklarını sürdürmeleri engellenmelidir…” demiştir. Bu sözleriyle, “İslam’da aklın yeri yoktur” diyen Papayla, aynı kafa yapısına mı sahiptir? sorusu gündeme gelmiştir. Sn. Cumhurbaşkanı’nın İslam’la bir sorunu olabilir. Ama hem laikliğin hem de yüce görevinin gereği, bu gibi düşüncelerini kendilerine saklaması ve cumhurun inancını rencide edecek tavırlardan sakınması gerekirdi. Ve tabi, AKP’nin hıyanetlerine mazeret ve malzeme olacak söylemlerin sorumluluğunu düşünmesi beklenirdi.
Recep T. Erdoğan’ın, başarıları için dua ettiği ve işgalin başından beri her türlü desteği verdiği vahşi Amerikan askerlerinin; Iraklı masum çocukları kurşunlayarak katlettiğini İngiliz BBC televizyonu bile açıklarken, AKP’nin Amerikan ve İsrail aşkı ve Lübnan’a asker gönderme kahramanlığı(!) bunların uşaklık ayarının göstergesidir. Ve hele; AKP akrebinin, hâlâ Erbakan Hoca’nın güdümünde olduğunu savunanlar ve bu iftirayı bir keramet olarak sunanlar; AKP’nin bütün hıyanet ve melanetlerini, Erbakan Hoca’ya mal etmek gibi bir töhmetin sahipleridir.
Oysa, Türkiye İsrail’in nefes borusu yerindedir. Türkiye’nin sahiplenmediği bir İsrail, tarihin çöplüğüne gömülecektir.
Türk halkının ezici çoğunluğu, her zaman İsrail’e karşı tavır sergilemiştir. İsrail çıbanını topluma tanıtmanın başını ise Erbakan ve millici güçler çekmiş ve bu tutumlarının bedelini ağır ödemişlerdir.
“Türkiye, İsrail’in nefes borusudur! 1947’de Filistin toprağı üzerinde ABD tarafından kurdurulan İsrail devleti, yaşayabilmek ve kendisini kuşatan Arap ülkelerine karşı savunmak için bölgesel müttefik aramak zorunda kalmıştı. Bu müttefiklerin başında, 400 yıl süreyle Arap ülkelerine egemen olan Osmanlı’nın mirasçısı Türkiye geliyordu. Diğer iki müttefik ise, Sünni Arapların tarihsel düşmanı Acem ve Şii İran ile Müslümanların tarihsel düşmanı -eski adı ile Dinsiz Habeşistan- yani Etiyopya. Şah zamanında İran, Menderes zamanında Türkiye ve Heile Silase zamanında Habeşistan, İsrail’e çok yardımcı oldular. Türkiye; Mayıs 1949’da, İsrail’i tanıyan ilk İslam ülkesidir.”
Hatırlayacaksınız, marazlı medyada: ‘Erdoğan Şaron’a gitmezse, Beyaz Saray’da telefonlarına cevap verecek kimse bulamaz’ denilmişti. Bu tehditler netice verdi. Dışişleri Bakanı Gül Ocak 2005’te, Başbakan Erdoğan da Nisan’da İsrail’e gönderildi. Ardından Cumhurbaşkanı Sayın Sezer İsrail’e gitmişti. İsrail; Türkiye ve Türkler ne yaparsa yapsın, Türkiye’den vazgeçmezdi. Çünkü hiç kimse nefes borusuz hayat süremezdi. İsrail; ABD ve Yahudi lobilerinin sağladığı ‘suni teneffüs’ ile sonsuza dek varlığını muhafaza edemezdi! Hâlbuki İsrail, 39 yıldır işgal altında tuttuğu Filistin, Suriye ve Lübnan topraklarından çekilmedikçe ve bölgede gerçek bir barışı amaçlamadığı sürece ne Türkiye’yi ne Türk halkını kazanabilirdi… Aslında İsrailli Bakan Livni de bunu fark etmişti. Belki de bu nedenle Bakan Gül ile basın toplantısında, Atatürk’e bol miktarda övgüler dizmişti! Oysa Atatürk’ü zehirleyen de kendileriydi!..
“Biz BOP çerçevesindeki tarihi sorumluluklarımızın gereğini yapacağız. Elbette Hamas’a ilgisiz kalamayız” şeklindeki tutarsız ve tezat ifadelerin sahibi kahraman Tayyip Bey’in, 11 Aralık 2002 tarihli Hürriyet’teki şu demecini hatırlayalım:
Erdoğan’ın; “İsrail’le ilişkiler gelişecek” yaklaşımı!
AKP Genel Başkanı Tayyip Erdoğan, Washington'da görüştüğü Musevi lobisinin temsilcisine, Türk-İsrail ilişkilerini daha da geliştirecekleri sözünü vermişti. Erdoğan, ilk olarak ABD Dışişleri Bakanı Colin Powell ile görüşmüşlerdi. Erdoğan ardından da kaldığı Monarch otelinde, Musevi lobilerinin temsilcilerinden oluşan 15 kişilik bir heyet ile bir araya gelmişti. Samimi bir havada geçtiği gözlenen görüşmede, Musevi lobisinin temsilcileri ağırlıklı olarak Türk-İsrail ilişkilerini dile getirirken, Erdoğan da; ‘‘Şu andaki Türk-İsrail ilişkilerini yeterli bulmuyorum. Biz bu ilişkilerin çok daha ileri gitmesini istiyoruz. Bizim iktidarımız döneminde çok daha ileri gittiğini göreceksiniz’’ demişti. Batı basınında partisiyle ilgili İslamcı-Fundamentalist ifadelerinin kullanıldığına dikkat çekerek, bunların doğru olmadığını belirten Erdoğan, ‘‘Ben kişi olarak inançlı bir Müslümanım ama devlet işlerinde liberal bir laikim. Devlet işleri ile devletlerarası ilişkiler de ancak laiklik temeli üzerinde olabilir’’ demesi üzerinde durmak gerekirdi.
Erdoğan, her ülkeyle olduğu gibi İsrail'le ilişkilere de önem verdiklerini belirtirken,‘‘Biz 500 sene önce İspanyolların kovduğu Musevilere kucak açmış bir halkız. Onlardan da çok şey öğrendik. Beni, İstanbul'daki dostlarınızdan sorabilirsiniz’’ dediği belirtilmişti.
Ama HAMAS yöneticilerinin Ankara’ya geleceği duyulduktan sonra, Erdoğan’ın izlediği politikanın tutarlı bir yanı var mıydı?
Önce bu ziyaretten hiç haberleri yokmuş gibi davranıldı. Ardından HAMAS yöneticilerini devletin değil de partinin davetlisi gibi gösterme gayreti başladı. HAMAS yöneticileri ile kameraların karşısında birlikte görünmemek için olağanüstü çaba harcadı. AKP amblemlerinin bile üstünü örtecek kadar, yaptıkları işten büyük ölçüde utandıkları izlenimi uyandırıldı. Bütün bu sıraladıklarımız ikinci adımdaki çekingenliklerinin ispatıydı.
Ama bir de bakıyoruz, Ankara’nın Çubuk ilçesinde yeniden arslan kesilmişler ve“Filistin’le biz ilgilenmeyeceğiz de kim ilgilenecek” diye hava atıyorlardı. Hiç de utanmıyorlardı! Ancak gönül isterdi ki Çubuk’ta böyle arslan kesilip meydan okuyanlar, Ankara’nın Çankaya ilçesinde de aynı yürekliliği göstersinler ve davetli misafirlerini bizzat kendileri karşılasınlardı! Kameraların karşısında birlikte görüntü versinler ve yaptıkları işten utanır gibi bir tavır takınmasınlardı. Bir gün öyle, bir gün böyle politikalarla kendileri yıpranıyorlar ve yozlaşıyorlardı. Bir insan ya Filistinlilere hak verir, onların yanında yer alır ya da İsrail ve Amerika’ya hak verip onların yanında saf tutardı; ortası münafıklıktı!..
Abdullah Gül, İsrailli meslektaşı onuruna Bakanlığın A blokunda bulunan makam odasını ilk defa kullanmıştı. Gül bununla yetinmemiş, bundan önce hiçbir bakan için serdirmediği kırmızı halıları serdirmiş! Yani özel olarak ağırlamıştı. Bununla da iktifa etmemiş, bir de Tzipi Livni’nin gönlünü hoşnut edebilmek için, Tevrat’a uygun yemek hazırlatmıştı. “Etle süt karıştırılmamalı, ilkesine uygun olarak vejetaryen bir yemek menüsü” ayarlanmıştı!..
Biber çorbası, zeytinyağlı tabağı, sebzeli krep, salata, tatlı ve kahveden oluşan menüyü gören İsrail heyeti; hem şaşmış kalmış, hem de zevkten dört köşe olmuşlardı! Ama hiçbir kiralık köşe yazarı, bunu laikliğe aykırı bulmamıştı!..
İsrail Dışişleri Bakanı Tzipi Livni’ye gösterilen bu izzet ve ikramı duyunca, aklımıza Filistin’den gelen Hamas heyetine reva görülen muameleler takılmıştı!?.. İsrail heyetini ağırlarken dikkate alınan Tevrat hükümleri gibi, Hamas heyeti de ağırlanırken Kur’an-ı Kerim’in tavsiyeleri birazcık dikkate alınmış olsaydı, adamlar öyle apar topar geri yollanırlar mıydı?
Etle sütü karıştırmayarak Tevrat hükümlerine gösterilen hürmet, acaba Hak ile Batıl birbirine karıştırılmayarak Kur’an hükümlerine ne zaman gösterilecek dersiniz? Böyle bir şey duydukları anda, ilk söyleyecekleri sözü adımız gibi biliyoruz. “Biz din eksenli bir parti değiliz” diye feryat edeceklerine eminiz. Tamam “Din eksenli bir parti değiller” ama misafir İsrail’den olunca, bu dini kurallara hürmet neyin nesi oluyordu? Yoksa Tevrat’ın kurallarını dini kural olarak görmeyip, hayranı oldukları modern dünyanın yaşam biçimini oluşturan, sıradan kurallar olarak mı değerlendiriyorlardı? Evet, İsrail Dışişleri Bakanı Tzipi Livni bu izzet ikramı bir daha dünyanın hiçbir yerinde göremezdi. Abdullah Gül’ün ve AKP’nin kıymetini iyi bilsindi! Ve böylesine ilgiyi, bir daha ülkemizde de zor görürlerdi!
İsrail Karadeniz’de Ne Arıyordu?
İsrail, ilk kez NATO’nun tam kapsamlı bir deniz tatbikatına katılmıştı. İsrail Donanma Komutanlığı yetkililerinin verdiği bilgiye göre, Karadeniz’de yapılan “Mako İş Birliği” adı verilen tatbikatta, İsrail’in füzelerle donatılmış hücumbotları da yer almıştı. İsrail Donanması, bugüne dek temsilci göndererek ya da tatbikatlarda gözlemci olarak bulunarak NATO tatbikatlarına katılmıştı. Bu tatbikatta ise İsrail’in; “Batı askeri ittifakıyla, savunma bağlarını güçlendirmeyi amaçladığı” açıklanmıştı. İran’ın nükleer program geliştirme çabaları çerçevesinde, İsrail’in de NATO’ya tam üye olma istediği yolunda çeşitli spekülasyonlar yapılmıştı. Ancak İsrailli yetkililer, güvenlikle ilgili politikalarında bağımsız olmak istediklerini belirterek, bu spekülasyonların gerçek olmadığını belirtmişlerdi. Bundan birkaç ay önce de AWACS erken uyarı ve gözetleme uçaklarının tanıtımı amacıyla, NATO subaylarından oluşan bir heyet İsrail’i ziyaret etmişti. İsrail, NATO’nun Akdeniz Diyaloğu ülkeleri programının bir üyesiydi. Akdeniz ülkeleri arasında uygulamalı iş birliği ve siyasal görüşmeler amaçlı bu program, 1994 yılında başlamıştı. Programın üyeleri arasında; İsrail’in yanı sıra Ürdün, Mısır, Tunus, Fas, Moritanya ve Cezayir de bulunuyordu (a.a). İyi de, peki bu İsrail Karadeniz’de ne arıyordu?
Türkiye’nin Çemberi Daralıyordu!
Türkiye son dönemde iç ve dış politikada yaşadığı hassas ve bir o kadar esrarengiz gelişmelerle dikkat çekiyor. Birbiri ardına ortaya çıkan esrarengiz çeteler içerideki gerilimi arttırırken, her gün bir başka önemli ülkenin Dışişleri Bakanı’nın Türkiye’ye gelerek mekik dokuması kafaları karıştırıyordu. Bu yoğun ziyaret trafiği İran ve Karadeniz’de yaşanması beklenen sıcak gelişmelere bağlanıyordu. Türkiye’ye yönelik yoğun ve önemli ziyaretçi trafiği son zamanlarda hemen herkesin dikkatini çekiyordu. Sadece son bir iki ayda, dünyanın en önemli ülkelerinin Dışişleri Bakanlarının Türkiye’ye gelerek adeta mekik dokuması bu ilgiyi anlamaya yetiyordu. Önce İsrail Dışişleri Bakanı Tzipi Livni, üç günlük bir ziyaret kapsamında Türkiye’ye geldi. İsrail’in en yetkili ikinci ismi Livni’nin, ilk yurtdışı gezisini Türkiye’ye gerçekleştirmesi dikkat çekiciydi. Hemen arkasından Rus Dışişleri Bakanı Lavrov Türkiye’ye geldi. Bu önemli ziyaretlere son olarak, Alman Dışişleri Bakanı Frank Walter Steinmeier eklendi. Bu yoğun ve önemli ziyaretçi trafiğine; ABD Temsilciler Meclisi üyelerinin yanı sıra, daha önceki ABD Dışişleri Bakanı Rice’ın ziyareti de eklendiğinde, Türkiye’nin son dönemde yaşadığı baş döndürücü görüşme trafiği daha net bir şekilde ortaya çıkıyordu. Türkiye’deki yoğun trafik, İran ile ilgili sıcak gelişmelerin yanı sıra, Karadeniz’deki bazı projelerle bağlantılı olduğuna dikkat çekiliyordu. Stratejistlere göre önemli limanları ve enerji güzergâhı üzerindeki stratejik değeri nedeniyle, Karadeniz büyük önem taşıyordu. Bu önem nedeniyle ABD’nin uzun süreden beri Karadeniz üzerinde askeri ve siyasi güç elde etmeye yönelik girişimleri dikkat çekiyordu.
ABD’nin bu yöndeki en önemli girişimlerinden birini, askeri gücünü NATO bünyesi üzerinden Karadeniz’i de içine alacak şekilde genişletme çabası oluşturuyordu. Karadeniz’e kıyısı bulunan ülkeleri de ikiye bölen bu talep konusunda, ABD’nin ısrarını arttırması bölgedeki tansiyonu da hızla yükseltiyordu. Son günlerdeki yoğun Türkiye trafiğini de, bu yüksek tansiyona bağlayan uzmanlar oldukça fazlaydı. Bu çerçevede sıcak Haziran ayının Karadeniz’i yakından ilgilendiren önemli toplantılara tanıklık edecek olması da dikkat çekici bulunuyordu. Bu noktada 4-6 Haziran’da Romanya’da gerçekleştirilen Karadeniz Forumu anlamlı bulunuyordu. Forum’un ABD’nin Karadeniz’de askeri güç arayışları çerçevesinde yapıldığı vurgulanıyordu. Rus ve Hazar petrollerinin dağıtımı ve son günlerde tespit edilen ciddi petrol rezerviyle de bütün dünyanın hesap yürüttüğü Karadeniz’de, Türkiye hassas bir noktada bulunuyordu. Türkiye’nin bölgedeki dengeleri değiştirecek projelere direnmesi lüzumuna, aksi takdirde muhtemel bir ABD kuşatmasından en büyük zararı görecek ülkenin, yine Türkiye olacağına şüphe bulunmuyordu.
İran’a yaptırımlara destek için, ABD ve İsrail baskısı artıyordu!
Genişletilmiş Ortadoğu Projesi’ni uygulamaya kararlı olan ABD, hatırlanacağı gibi Dışişleri Bakanı Rice’ın ardından 5 kongre üyesini Türkiye’ye göndermişti. Başbakan Erdoğan’la makamında 2 saate yakın görüşen kongre üyeleri, bir kez daha İran’ın nükleer enerji çalışmalarını masaya getirmişti. Başbakanlıkta gerçekleştirilen görüşmeye, ABD kongresinin önde gelen 5 ismi katılmıştı. Cumhuriyetçilerin kongredeki lideri Roy Blunt ile yine kongrede Demokratların ikinci adamı olan Steny Hoyer, İran’ın nükleer enerjisi ile ilgili gelişmeleri tekrar masaya yatırmışlardı. Görüşmeye, ABD Büyükelçisi Ross Wilson da dahil edilmişti. Başbakanlık çıkışında açıklama yapan Cumhuriyetçilerin Lideri olan Roy Blunt, “İran, Irak ve Ortadoğu barış süreci, ülkelerimiz arasındaki ortak iş birliğini ele aldık”demişti.
Kongrede demokratların ikinci adamı Steny Hoyer ise, toplantıyı dostlar ve müttefikler arasında gerçekleştirilebilecek son derece olumlu bir görüşme olarak nitelendirmişti. “Hem Türkiye hem ABD; gerek Ortadoğu’da gerek bütün uluslararası camiada güvenlik ve istikrara büyük önem atfetmektedirler” diyen Hoyer; “Türkiye ve ABD’nin, bölgede ve bütün dünyada terörizmi uygulayanların yenilmelerini istediğini” söylemişti. Özellikle İran konusunu görüştüklerini belirten Hoyer; “İran’ın nükleer yeteneği elde etmesi meselesini ele aldık. Bu sorunun diplomatik yollardan çözümlenmesi konusundaki kararlılığımızı dile getirdik. Ve Sayın Başbakan ve hükümetinin bu konuyla ilgilenmesi ümidimizi ifade ettik”demişti. Aynı zamanda Filistin ve İsrail meselesini görüştüklerini de kaydeden Hoyer “ve Hamas, Hamas’ın teröre verdiği destek, İsrail’in tahrip edilmesi ve var olmaması gerektiği yolundaki ifadeleri ile ilgili endişelerimizi dile getirdik” demişti. Hamas’ın terörizmi terk etmesi gerektiğini de belirten Hoyer, “Ortadoğu’da ve dünyanın geri kalan kısmında, barışın tesis edilebilmesi için iki devletli çözümü kabul etmelidir. Hamas’ın terörizmi tel’in edip bırakıncaya kadar, meşru bir muhatap kabul edilmemesi gerektiği konusunda hemfikiriz” demişti. İki ABD kongre üyesi, Ermeni soykırımı konusunda Başbakan Erdoğan’ın, sorunun tarihçiler ve arkeologlar tarafından çözülmesine yönelik fikrini desteklediklerini, ortak bir komisyon kurulması düşüncesini takdir ettiklerini belirtmişti.
ABD’den Ankara’ya, Niye Heyet Üstüne Heyetler Geliyordu?
ABD Başkanı George Bush’un Ulusal Güvenlik Danışmanı Yardımcısı JD Crouch; İranlıların, nükleer programlarını durdurmaları halinde, bunun “ileriye doğru atılan bir adım” olduğunu göreceklerini düşündüğünü söylemişti. Ankara’ya günübirlik ziyarette bulunan Crouch, temasları çerçevesinde Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı Ali Tuygan ve MGK Genel Sekreteri Yiğit Alpogan ile bir araya gelmişti. Büyükelçi Tuygan ile görüşmesinin ardından, Dışişleri Bakanlığı önünde gazetecilere açıklama yapan ve soruları cevaplayan Crouch, “Türkiye’nin AB’nin çok önemli bir müttefiki ve bölgesel bir lider olduğuna” dikkat çekmişti. Crouch, Büyükelçi Tuygan ile görüşmesinin çok faydalı geçtiğini, Irak, İran ve bazı bölgesel meseleleri ele aldıklarını kaydetmişti.
Ankara’daki temaslarının ardından; “Karadeniz Ortaklık ve Diyalog Forumu” için Bükreş’e gideceğini belirten Crouch, Bükreş’e gitmeden önce Türk yetkililerle bu konularda görüş alışverişinde bulunmanın, kendisi için önemli olduğunu ifade etmişti. Crouch; İran’ın, nükleer faaliyetleri konusunda gerekli iş birliğini gösterip göstermeyeceğine ilişkin düşüncesinin sorulması üzerine, ABD Başkanı George Bush’un geçen hafta çok önemli bir karar alarak, “masaya çok samimi bir öneri koyduğunu” belirtmişti. İranlıların bu öneriyi kabul etmesini ümit ettiğini ifade eden Crouch, bu sayede görüşme masasına oturabileceklerini ve sorunlara diplomatik çözümler getirebileceklerini söylemişti. Crouch, Karadeniz ile ilgili olarak ABD’nin Türkiye’den beklentilerine ilişkin bir soru üzerine de; “Türkiye’nin, Karadeniz bölgesinde iş birliğinin geliştirilmesi konusunda lider bir ülke olduğunu” dile getirmişti. (a.a)
CIA’nın “Gizli Üs” Şirketlerini Kim Biliyordu?
2023 Platformu Kurucusu ve Açık İstihbarat’ın Başkanı Behiç Gürcihan; “Acaba bizim kurumlarımız, hangi şirketlerin CIA’nın paravan şirketi olduğunu biliyor mu? Sanmıyorum. Hangi bankalarda ne tarz hareketlenmeler oluyor, bunlar biliniyor mu?” diye sormuştu.
ABD üsleri ve bölgemizdeki hareketlenmelerle ilgili değerlendirmeler yapan 2023 Platformu Kurucusu ve Açık İstihbarat’ın Başkanı Behiç Gürcihan; “ABD’nin bu üsleri, kaosu sürdürmek için kurduğunu” ileri sürmüştü. Gürcihan; ‘Türkiye çevreleniyor’ söyleminin doğru olduğunu, ABD’nin lojistik tabanını sağlamlaştırmak için sürekliliği sağlamak zorunda olduğunu belirtmişti. Behiç Gürcihan, “bu üslerin, Türkiye’nin de yer alacağı makro kaos yaşandığı noktada, Amerika’nın bu kaosu ve savaşı sürdürecek altyapısını sağlamak için kurulduğunu ve depo işlevi gördüğünü” kaydetmişti. Gürcihan şöyle devam etmişti: “İsrail’de, yeraltında çok büyük bir üs kuruluyor. Şu anda Kuzey Irak’ta, Erbil’de kurulan üs, medyaya yansıdı zaten. Diğerleri ise Sinop’ta, Diyarbakır-Pirinçlik’te, Ankara’da vs…”
“Ülkemizde sinir şebekesi olarak yayılmış ‘üsler’ olduğu” gündeme taşınınca ve “Acaba bizim kurumlarımız, hangi şirketlerin CIA’nın paravan şirketi olduğunu biliyor mu? Sanmıyorum bildiklerini. Hangi bankalarda ne tarz hareketlenmeler oluyor, bunları biliyor mu?” diye sorunca, bazıları kudurmuştu... 
Kanser çıbanıyla, ‘Ben’ farkını bilmeyenlerle, ülkemiz uçuruma sürükleniyordu!
“Türkiye’de ismini cismini bildiğiniz, istediğiniz zaman enterne edeceğiniz üslerden öte, şebeke olarak, kanser gibi ülkenin her tarafına yayılmış üsçüklerden endişe etmemiz gerekiyor” diyen aydınımız, kararlı bir devletin ve milletin Sinop’taki ya da başka herhangi bir yerdeki üssü kapatmasının 1 saatlik bir iş olduğunu, ama diğerlerine karşı mücadele etmenin, deşifre etmenin daha önemli olduğunu söyleyip; “Bir tanesi vücudunuzda gördüğünüz ben’dir. Kararlıysanız alırsınız. Ama diğeri kanserdir. Vücuda yayıldıysa nasıl mücadele edeceğiniz ayrı bir konudur” şeklinde konuşmuştu.
İngiliz Profesörler Bile, İsrail’e Akademik Boykot Kararı Alıyordu!
İngiltere’nin en büyük öğretim üyeleri sendikası, kendileriyle İsrail’in uyguladığı ırkçı politikalar arasına mesafe koymayan İsrailli öğretim üyeleri ve akademik kurumları boykot etme kararı almıştı. İngiliz Guardian gazetesinin yayınladığı bir habere göre, İngiliz akademisyenler İsrailli meslektaşlarını boykot etmeye hazırlanıyordu. Gazete haberi,“İngiltere’nin en büyük öğretim üyeleri sendikası, kendileriyle İsrail’in uyguladığı ırkçı politikalar arasına mesafe koymayan İsrailli öğretim üyeleri ve akademik kurumları boykot etme kararı aldı. Sendikanın düzenlediği konferansın son gününde alınan kararda, ‘İsrail’in Batı Şeria duvarını inşa etme ve ayrımcı eğitim uygulama gibi ırkçı politikaları’ eleştirildi ve üyeler ‘kendilerini bu tür politikalardan açıkça uzak tutmayanları boykot etmeye’ davet ediliyor, bu karar, Filistinli gruplar tarafından memnuniyetle karşılandı” satırlarıyla duyuruluyordu.
İsrail boykottan rahatsız oluyordu!
İşgalci İsrail, İngiltere’deki Üniversite Öğretim Görevlileri Birliği’nin (NATFHE), İsrail’in Filistin topraklarında uyguladığı politikalara karşı çıkmayan bilim adamlarını boykot etme kararını kınamıştı. İsrail, boykotu “iğrenç” diye nitelendirmişti. Eğitim Bakanı Yuli Tamir; yaptığı açıklamada, NATFHE’nin Blackpool’de yapılan yıllık toplantısında alınan kararın, akademik bağımsızlığı zedelemekten başka işe yaramayacağını iddia etmişti. Yuli Tamir; “Akademik müesseseleri boykot kararı üzücü ve iğrençtir” demişti.
İsrail’de Bile, Vicdanlı Yahudilerce Hamas’a Destek Yürüyüşü Yapılıyordu!
Filistin’de seçimlerle başa geçen Hamas’a karşı uygulanan baskıları protesto eden İsrailliler, “Filistin halkı üzerindeki boykotu ve kuşatmayı durdurun”, “İşgale son”, “Demokratik seçimlere saygı duyun” demişti. Hamas hükümetinin işbaşına gelmesinden sonra Filistin hükümetiyle tüm siyasi ilişkilerini kesen ve Filistin hükümeti adına toplanan paraları donduran İsrail’de, Hamas hükümetine destek ve Filistin’deki işgale son verilmesi için yürüyüş düzenlenmişti. İsrailli bazı partiler, barış hareketleri ve örgütlerce organize edilen yürüyüşe 500-600 dolayında kişi iştirak etmişti.
İnsaflı İsrail vatandaşlarından hükümete çağrı: “İşgale son verin, demokrasiye saygı duyun.”
Genç yaşta İsraillilerin çocukları ve köpekleriyle katıldığı yürüyüş, İsrail’in eski Başbakanı İzak Rabin’in öldürüldüğü ve adını taşıyan Rabin meydanında başlamış, gösteriye İsrailli Arap vatandaşları da katılmıştı. Şehrin ana caddelerini Arapça ve İbranice, İsrail-Filistin barışı için sloganlar atarak geçen göstericiler, “Filistin halkı üzerindeki boykotu ve kuşatmayı durdurun”, “İşgale son”, “39 yıllık işgal”, “Demokratik seçimlere saygı duyun”, “Demokrasiyi cezalandırmayın” yazılı pankartlar taşımıştı.
Sezer İsrail’de! (Ne Umuyordu?!)
Cumhurbaşkanı Sayın Ahmet Necdet Sezer geçen aylarda İsrail’e gitti. Hiç kimse çıkıp da ‘Sezer İsrail’e gitmesin’ dememişti. Oysa aynı Sezer bir yıl önce Şam’a gittiğinde, bazıları küplere binmişti. Hatta dönemin ABD Ankara Büyükelçisi Edelman diplomasi kurallarının sınırlarını aşarak; ‘Sezer Şam’a gitmesin’ diyecek kadar ileri gitmişti. Ama Sayın Cumhurbaşkanı Suriye’ye gitmiş ve çok büyük bir coşku ve sevgi ile ağırlanmıştı. Suriyeliler, Türkçe yazılmış pankartlarla Sayın Cumhurbaşkanı’nı karşılamıştı.
Bu pankartların birinde; ‘Seni Seviyoruz, Onurlu Başkan’ yazıyordu. Suriyeliler, Amerikan ve İsrail baskılarına rağmen Sezer’in Şam ziyaretinden çok mutlu olmuşlardı. Sayın Sezer de o ziyaretten çok mutlu bir şekilde dönmüş durumdaydı.
Peki Sezer’in Suriye ziyaretine karşı çıkanlar acaba bunu neden yapmışlardı? Çünkü Sayın Cumhurbaşkanı, Suriye’ye gidip ABD ve İsrail’e karşı bir pakt kurmamıştı. Ya da ‘gelin bunlara karşı savaşalım’ tavrı takınmamıştı. Tam tersine Sayın Cumhurbaşkanı, Suriye’nin genç lideri ile samimi bir ortamda dostluğu ve bölgesel barış ile güvenliği konuşmuşlardı.
Beşşar Esad ise Sayın Cumhurbaşkanı’na ve Türkiye’ye, her konuda güvendiğini ve bölgesel barış için Türkiye’nin rolünü desteklediğini söylemişti. İsrail ise her vesilede Türkiye’nin böylesi çabasına ve rolüne karşı olduğunu ilan etmişti.
Durum böyle iken şimdi ben ‘Sayın Cumhurbaşkanı İsrail’e şunun için gitmeli’ diyorum. Niye? Gitmeli ki, İsrail’in Filistin halkına yönelik günlük insanlık dışı uygulamalarını görebilsin! Sayın Cumhurbaşkanı 39 yıldır işgal altında yaşayan Filistinlilerin neler çektiklerine şahit olup anlayabilsin. Hatta izin verseler de İsrail’in sahip olduğu ve tüm İslam ülkelerini vurabilecek kapasitedeki 500 kadar nükleer, kimyasal ve biyolojik bombalarla yüklü füzelerinin, hangi ülkeye karşı konuşlandığını keşke görebilseydi... Sayın Cumhurbaşkanı; İsraillilere ‘39 yıldır işgal altında tuttuğu Filistin, Suriye ve Lübnan topraklarından neden çekilmiyorsunuz’ diye sorabilseydi. Hukuka ve insani değerlere bağlılığı bilinen Sayın Cumhurbaşkanı Sezer, gidip İsrail cezaevlerinde her türlü işkenceye maruz kalan 12 bin Filistinliyi de ziyaret edebilseydi…
Evet, evet, Filistin halkının haklarını ve bölge barışını istemeyen İsrail’dir. Ulusal ve uluslararası hukuka bağlılığı ve saygısı olan Sayın Cumhurbaşkanı bunu herkesten çok daha iyi bilmektedir. (Ve bilmesi gerekir.) İsrail, şimdiye kadar en az 75 BM kararını uygulamamıştır. Mart 2004’te Hamas lideri Şeyh Ahmet Yasin’in öldürülmesinden sonra Başbakan Erdoğan’ın söylediği (sonra tövbe edip özür dilediği) gibi ‘İsrail terörist bir ülkedir.’
Yine 2001’de Cenin’de gerçekleştirdiği katliamlarla İsrail, dönemin başbakanı Ecevit’in dediği gibi ‘Filistin halkına yönelik soykırım uygulamaktadır.’ İsrail’in bu tavır ve davranışları birçok uluslararası ve bölgesel toplantılarda tescil edilmiş ve kınanmıştır. Ancak süper güç ABD’nin ve Washington’daki Neo-Con’ların mutlak desteğine sahip olan İsrail, ne Filistinlilerle ne de Araplarla barış istemiyor ve istemeyecektir.
Barış, İsrail’in varlığı için en büyük tehlike sayılıyordu!
“1948’de ABD tarafından Filistin toprağı üzerinde kurdurulan İsrail’e, dünyanın dört bir yanından Yahudiler taşındı ve taşınıyordu. Ve Yahudiler ‘Büyük İsrail Devleti’ hayali ile kandırılarak ya da inanarak geliyordu. Büyük İsrail devleti ise şu andaki Filistin toprakları ile Suriye’nin Golan bölgesini de kapsıyordu. Yani İsrail bu topraklardan çekilmeyi asla düşünmüyordu. Çünkü çekilirse, bu kez Büyük İsrail ideolojisi çöker ve diğer ülkelerdeki Yahudiler gelmez olurdu. Gelenlerin de ‘boş bir hayal uğruna, yaşadıkları ülkelerden geldiklerini düşünerek’ geri döneceklerinden korkuluyordu. O zaman da ABD ve Avrupa’daki Yahudi lobisi örgütlerinin varlık nedeninin ve dolayısıyla gücünün ortadan kalkacağına kuşku duyuluyordu.”[1]
Önemine binaen tekrar hatırlatalım:
Sn. Cumhurbaşkanı da, başkaları da bilir ki, İsrail “Laik ve demokratik bir Cumhuriyet”değildir. Tam aksine; “Dogmatik bir şeriat” devletidir. Daha doğrusu, “Radikal Şeriatçı bir terör çetesidir”. İsrail, bütün dünyayı fesada ve savaşa sürükleyen ve Türkiye’yi; sadece Beyaz Türklere ve Beyaz Mü’minlere (yani Sabataist Yahudi dönmelerine) reva gören bir şeytan şebekesidir. Cumhurbaşkanı Sezer’in, İsrail ziyaretinin ardından yaşanan Lübnan işgali ve Siyonist vahşeti ise, bunların en açık göstergesidir.
Ve yine İsrail, Sn. Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in çok karşı olduğu“Dogmaların, safsataların ve sapık saplantıların” din ve devlet ideolojisi olduğu bir ülkedir. Siyonist Yahudilerin “aklı ve bilimi”, kendilerinden başka herkesi ezmeyi ve sömürmeyi onlara güzel ve gerekli göstermektedir.
Şimdi yeri gelmişken tekrar soralım:
Sahi, Sn. Cumhurbaşkanı Sezer; “Yüce dinimizi ve manevi değerlerimizi kastediyor”şeklinde yorumlanmaya müsait “Dogmalara kapılmayın, çağ dışı kavram ve kuralları bırakın” benzeri çıkışlarıyla, AKP’nin din istismarına meşruiyet kılıfı hazırladığının ve söz verdiği halde aslında işine gelmediği için kaytardığı sorumluluklarına, mazeret kazandırdığının farkında değil midir? Toplumda, teşkilatında ve tabanında: “Tayyip Erdoğan çok inançlı ve ülkeye hizmet amaçlı bir Başbakandır… Ama ne yapsın, cumhurdan bu denli kopuk ve halkın inançlarına böylesine soğuk bir Cumhurbaşkanı vardır. Bu yüzden Tayyip dengeleri korumak ve dikkatli davranmak zorundadır” şeklindeki kanaatleri haklı çıkaracak söylem ve eylemlerin, marazlı ve kötü maksatlı çevrelerce AKP’nin lehine kullanılması, doğrusu bizleri üzmekte ve endişelendirmektedir.
Cumhurbaşkanı Sezer yeni eğitim-öğretim yılı başlarken “Dogmalarla ve boş inançlarla çocukları ve gençleri etkileme amaçları güden okulların ve kursların varlıklarını sürdürmeleri engellenmelidir…” demiştir. Bu sözleriyle, “İslam’da aklın yeri yoktur” diyen Papayla aynı kafa yapısına mı sahiptir? sorusu gündeme gelmiştir. Sn. Cumhurbaşkanı’nın İslam’la bir sorunu olabilir. Ama hem laikliğin hem de yüce görevinin gereği, bu gibi düşüncelerini kendilerine saklaması ve cumhurun inancını rencide edecek tavırlardan sakınması gerekirdi. Ve tabi, AKP’nin hıyanetlerine mazeret ve malzeme olacak söylemlerin sorumluluğunu düşünmesi beklenirdi.
Milli Görüş kaçkınları davalarını satmaktalardı!
“İsrail-Filistin ziyareti” başlıklı insanın nefesini daraltan ve vicdanı sızlatan yazının müellifini merak ediyorsanız hemen söyleyelim: Resul Tosun!.. Daha birkaç yıl öncesine kadar, Milli Görüş saflarında bu coğrafyanın insanlarına ‘yörünge’ çizme sevdasında olan ve hâlihazırda iktidar partisi sıralarında milletin vekilliğini(!) yapan ve Erdoğan yandaşçılığıyla kalem sallayan bir köşe yazarına ait. İşte Resul Tosun’un yazısından bazı satırlar... “Cumhurbaşkanımız Sayın Ahmet Necdet Sezer İsrail ve Filistin'e gidiyor. İyi de ediyor. Politikalarını beğenmesek de eleştirsek de İsrail ile köklü devlet geleneği olan bir ülke olarak ilişkilerimizin ölçülü ve dengeli biçimde devam etmesi isabetlidir”, “Bölgenin en köklü devletlerinden biri olarak devletlerarası ilişkilerin devam etmesi gayet tabiidir.”, “58 yıl önce kurulmuş bir devlet olarak Türkiye ile doğrudan sorun yaşamamış İsrail ile Türkiye'nin ilişkilerini sürdürmesi de devletlerarası ilişkiler göz önünde bulundurulduğunda gayet normaldir.”
Türkiye ile İsrail’in arasında “sorun yaşanmadığını”, “İsrail’in bölgenin en köklü devletlerinden biri” olduğunu söylemek en iyimser yaklaşımla hafıza kaybı olarak tanımlanabilir. Hafızasını yitirmiş; İsrail sorununun nasıl başladığını hatırlamayan bir kişinin/toplumun, taşları doğru yere yerleştirmesi ve hakikati gün yüzüne çıkarması elbette düşünülemezdi. Bu sebeple yapılması gereken ilk şey unuttuklarımızı yeniden hatırlayıvermekti. İsrail, 1948’de yani bundan yalnızca 58 yıl önce, işgal edilmiş topraklar üzerinde kurulmuş bir gecekondu terör merkezidir. Çünkü 1895’de yayınlanan “Yahudi Devleti” adlı kitapta: “Orada (Filistin’de) Asya'ya karşı Avrupa için bir siper oluşturacağız, orada barbarlığa karşı uygarlığın ileri karakolu olacağız.” diyor. İşte; “Barbarlığa karşı uygarlığın ileri karakolu” olarak kurulan bu gecekondunun harcı kan ve gözyaşı, tuğlaları insan bedenidir. İsrail, bayrağı olan ama vatanı olmayan, ordusu ve konvansiyonel silahları olan ama halkı olmayan bir işgalcidir. Hakikat böyle iken, “İsrail’in bölgenin en köklü devletlerinden biri” olduğunu söylerseniz; Amerikan Dışişleri eski Bakanlarından birinin“Filistin meselesi tarihin en eski sorunlarından biridir” dediğinde, Edward Said’in Dışişleri Bakanına “İsrail sorununun sadece 50 yıllık bir sorun olduğunu” hatırlatarak alay ettiği gibi, alay konusu haline gelirsiniz.
Eğer sayın vekil (Resul Tosun); Filistin’in Türkiye’ye ne kadar yakın olduğunu göremiyorsa, kendisine; “XVII. yüzyıl Kudüs şer-i kayıtlarını” incelemesini tavsiye ederiz. Eminiz ki, Nablus beylerbeyinin önceki görev yerinin Erzurum ve Diyarbakır olması, milletin vekiline unuttuğu birçok şeyi hatırlamasında yardımcı olacaktır. Yetmiş, seksen sene insan ömrü için uzun bir zaman olsa da, devletler için çok kısa bir zaman dilimidir. Hatırlayın, bundan yalnızca seksen sene evvel, Siyonistler İngilizlerle iş birliği yaparak bir “İsrail devleti” kurabilmek için bizi “İstiklal Harbi” yapmaya mecbur bırakmadılar mı? Türkiye’nin ilk Cumhurbaşkanı “Filistin Cephesinde” kiminle ve ne için savaşmıştı? Birinci Cihan Harbinde General Allenby komutasındaki İngiliz ve Siyonist birlikleri Kudüs’e girdiklerinde, tam dört asır Osmanlı hâkimiyetinde huzur içerisinde yaşamış şehrin Yahudi sakinleri “Türkler kaçıyor”, “Kurtuluş günü geldi” diye haykırmıyorlar mıydı?
Endülüs’te katliamlar başlayınca Osmanlı’ya sığınarak canlarını kurtaran Yahudilerin, İsrail devletini kurabilmek için Osmanlı Devleti’nin parçalanmasında İngilizlerle yaptıkları iş birliğini, başta liderleri Ben Gurion’un hatıraları olmak üzere, birçok kaynakta görmek mümkündür. İngiliz askerleri Kudüs’ü işgal ederken, Yahudi kızları da yüzlerindeki tebessüm ile alkış tutuyorlardı. Ancak Kudüs’te yaşayan Filistin halkının gözlerinde ise yaş vardı. Onlar, düşman İzmir’de denize dökülünceye kadar gözlerinden bu yaşı eksik etmediler. Düşmanın denize döküldüğü haberiyle birlikte Nablus’ta, Gazze’de bayraklar asıp, el-Aksa başta olmak üzere tüm camilerde şükür namazları kıldılar. Başından beri yaptığımız tüm tarih okumaları göstermekte ki; İsrail, bölgenin en köksüz devletlerinden ve Türkiye’nin Anadolu coğrafyasına sıkıştırılmasının en önemli müsebbiplerindendir. Sayın vekil gibi taşları doğru yere yerleştirmekte zorlananlar da farkında olmadan; İsrail’in, Nil’den Fırat’a kadar uzanan Arz-ı Mevud hayalini gerçekleştirmek için, Türkiye topraklarını elde etmesinin taşlarını döşemesine yardımcı oluyorlar. İsterseniz burada sözü ünlü Arap şairi Nizar Kabbânî’ye verelim ve Kudüs Fatihi Selahaddin Eyyubi’ye; "Seni ve bizi sattılar ey Selahaddin" diye seslendiği, “Hâlid bin Velîd’in işten çıkarıldığının resmidir” şiirinden birkaç mısra ile yazımızı sonlandıralım: “Öyle bir zaman mı geldi ki / Gülle karşılıyoruz İsrail’i / Binlerce güvercinle, millî marşla selamlıyoruz Siyonistleri!” diye hemşehrisi Resul Tosun’u kınayan Ayhan Demir, sonunda kendisi de Akit gazetesinde AKP yandaşlarının safında yer almıştı.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder