12 Ocak 2019 Cumartesi

ÇAĞDAŞ ŞİRK VE PUTPERESTLİK

Şirk; Allah’ın rızasına ve Kur’anın buyruklarına değil, dünya hayatına ve nefsin arzularına yoğunlaşmaktan kaynaklanır. Allah'ın rızasının tamamını ve en layıkını aramayıp, azıyla yetinmek, aslında insanın ahirete yönelik sapkın bir bakış açısı geliştirmesinden kaynaklanır. Bu gaflet durumu kendisini "kesin cennetlik" saymasından doğan bir saplantıdır. Oysa, bir kişinin kendisini "kesin cennetlik" olarak görmesi Şeytanın aldatmasıdır. Kur’an’da Allah peygamberlere bile: "Eğer Allah dilerse senin de kalbini mühürler. (Şura, 24) uyarısında bulunmaktadır. Durum böyleyken hiç kimsenin kendini temize çıkaracak bir hali olmadığı ortadadır. Zaten Kuran'da tarif edilen mümin, kendisini "kesin cennetlik" olarak gören kimse değildir. Mümin vasfı, Allah'a "korku ve umut" (Araf, 56) taşıyarak dua etmektir. Tam tersine, asıl iman etmeyenler Allah'tan korkmayıp, kendilerini "kesin cennetlik" olarak görmektedir.
Mümin, "iman ettikten sonra sapma korkusuyla içi titreyen kimsedir. Kuran'da müminlerin bununla ilgili duası şöyledir:
"Rabbimiz, bizi hidayete erdirdikten sonra kalplerimizi kaydırma ve katından bize bir rahmet bağışla. Şüphesiz, bağışı en çok olan Sensin Sen." (Ali İmran, 8)
Bu korku mümin için bir tedirginlik ya da huzursuzluk yaratacak bir korku değildir. Korkulması gereken, Allah'ın rızasına aykırı hareketler yapmak nedeniyle kalbin "katılaşması" yani hidayetin kararması ve basiretin körlenmesidir. Mümin geçici ve kısa bir dünyadan, "imtihanını verip" selametle gitme hedefindedir. Bütün düşüncesiyle Allah'a vereceği hesap gününe kilitlenmiştir. Çünkü bu hesap onu ebedi yıkıma ya da kurtuluşa erdirecektir.
Şirk; Allah’tan gayrısının yararını ve rızasını ummak ve Ondan başkasının zararından ve kahrından korkmaktır.
Şirk; Allah’tan başka kimselerde veya kendi nefsinde güç (kudret ve kuvvet) vehmetmek ve onlara güvenip korunacağını sanmaktır.
”Kendilerine izzet (şeref, emniyet ve etiket) sağlasınlar diye Allah’tan gayrı ilahlar edinenler”[1] akılsızdır.
Şirk; Yahudi ve Hıristiyanların siyonist ve emperyalist takımına uşaklık yaparak, siyasi, sosyal ve ekonomik çıkarlar peşinde koşmak, kutsallarını kafirlere rüşvet sunmaktır.
”Ey iman edenler, eğer kendilerine kitap verilenlerden herhengi bir gruba boyun eğecek olursanız, sizi imandan sonra tekrar küfre döndürüp (dönekleştirirler)”[2] ayeti bu gerçeği ikaz buyurmaktadır.
Ve ”Kendilerine apaçık belge (ve bilgiler) geldiği ve Elçinin hak (ve hakikat üzere) olduğuna şahitlik ettikleri halde, imanlarından sonra küfre (nankörlük ve hıyanete) sapan bir topluluğu Allah nasıl (ve niçin) hidayete erdirsin?”[3] ayeti ne kadar açıktır.
”(Asıl) Kafir, kendi Rabbine karşı (Şeytana ve şer odaklarına) arka çıkan (Kur’an medeniyetini ve adalet düzenini boğmak isteyen zalimlerle işbirliği yapan)dır”[4]
”Kendi hevasını (nefsani arzularını ve dünyevi tutkularını) ilah edineni gördün mü? Şimdi o (şaşkın ve sapkına) karşı sen mi vekil olacaksın?”[5]
Şirk; ”Rabbimizin de, müminlerin de düşmanı olan (küffara, Yahudi  ve Hıristiyanlara) meveddet (muhabbet ve destek) yöneltmek ve Allah rızası için (hak hakim olsun diye) cihattan kaçmaktır”[6]
”(Teslis ve Allah’a oğul isnat etmek gibi her türlü şirk ve şekavetten uzak) Bir olarak Allah’a iman etmedikçe Yahudi, Hıristiyan ve müşriklere kin ve düşmanlık beslemek ve onları red ve inkâr etmek şarttır”[7]
Şirk; ”Allah’a karşı yalan uydurup iftira atarak: ”Bana da ilham olunuyor ve ayetlerin çağdaş yorumunu yapma ruhsatı  veriliyor iddiasıyla siyonist Yahudiler ve Hıristiyan emperyalistlerle işbirliğine fetva hazırlayan münafık zalimleri, kendilerinin şefaatçileri ve haşa Allah’ın ortakları sanmak”[8] ve onların peşine takılıp Amerika ve Avrupa’ya uşaklık yapmaktır.
Şirk; Allah’ın dışında bir başkasına (seni bağışlatıp cennete sokacağını veya kahrına ve gazabına uğratacağını söyleyen şahıslara ve güç odaklarına) kulluk yapmak (onların Kur’an’a aykırı emir ve yasaklarına uymak)tır.
Ve şirk koşanların bütün amelleri (hizmet ve ibadetleri) boş çıkacak ve onlar hüsrana uğrayacaklardır”[9]
Şirk; islam’ın bir kısmını gerekli ama bazı ahkâmını geçersiz saymak, zalim iktidarlara ve kâfir saldırganlara karşı, yapılması farz olan cihadı savsaklamak, hatta cihat ehlini fitne ve fesatçılıkla suçlamak, dünyalık makam ve menfaatler karşılığı, dininden ve davasından tavize yanaşmaktır.
“Ilımlı Şirk”: Cihat fetvasına karşı kampanya başlatmak veya Siyonist işgalcilere mazeret uydurmak!
Ebubekir Sifil’in dediği gibi:
“Hangi vicdanı kararmamış ve ruhunu satılığa çıkarmamış kişi, yaşadığı memleket veya bir İslam ülkesi işgal ve istila edildiği zaman buna bütün gücüyle karşı koyup direnmeyecektir? Vatan müdafaası, insanın hürriyet ve haysiyeti için tabii ve hayati bir görevi değil midir?
Bütün fıkıh kitaplarında "Kâfir tasallutuna maruz kalmış herhangi bir İslam toprağında "nefîr-i âmm" (umumî seferberlik) durumu çerçevesinde cihada kalkışmak ve vatan savunmasına gücü yettiğince katkıda bulunmak her Müslüman üzerine farz-ı ayndır" hükmünü görmek mümkün iken, İbn Teymiyye'nin "Mardin fetvası" adı altında gündeme getirilen tavrı niçin özellikle hedef seçilmiştir?
Birtakım şazz görüşleri sebebiyle İbn Teymiyye'nin amansız muhalifi olan ulema da dahil olmak üzere, Moğol istilasını onaylayan/caiz bulan kimse olmadığına göre, burada şunu görmek durumundayız: "Ortadan kaldırılacağı" söylenen (bu her nasıl olacaksa?!) o fetva ile aslında: "kâfir tasallutu vuku bulduğunda vatan müdafaasına iştirak etmek her mü'mine farz-ı ayn olur" hükmünü veren ulemanın tamamının hedef tahtasına oturtulduğunu anlamak gerekir.
Bir adım daha ileriye gidelim: Düşman tasallutu karşısında mü'minleri cihada ve müdafaaya çağıran fetvaların, hiç şüphesiz kaynağını, ilgili ayet ve hadislerden aldığı kesindir. Bu durumda bu ayet ve hadisler de hedef tahtasına -dolaylı da olsa- oturtuluyor demektir.
Mardin Moğollar tarafından işgal edilene kadar İslam dünyasında Moğol istilasına yahut daha genelde "kâfir hücumuna" karşı herhangi bir fetva yokmuş gibi, Moğollar'a her hal-u kârda karşı konulması gibi bir hüküm de ihtiva etmeyen o fetva neden gündeme getirilmektedir? Fetullahçıların ve AKP yalakası, Amerikancı ve Avrupa hayranı ılımlı İslamcılar, İslam’ın cihat ruhunu ve bağımsızlık şuurunu körletmekle mi görevlidir?
İşin gerçeği şu ki, ılımlı islamcılar, "İbn Teymiyye" üzerinden bir taşla birkaç kuş vurmayı hedeflemiştir.
1. İslam dünyasındaki "cihad" hareketlerinin İbn Teymiyye ile ilişkisini öne çıkarıp, İbn Teymiyye'ye şazz görüşlerinde muhalif tutum benimsemiş Ehl-i Sünnet ulemanın aslında "uyumlu ve ılımlı" bir çizgi izlediği şeklinde bir "kara propaganda" yapmak.
2. Meseleyi sadece İbn Teymiyye ile sınırlandırmak suretiyle (nitekim yukarıda da belirttiğim gibi o dönemde yaşamış ulemanın tamamı Moğol istilasına karşı durulması gerektiği noktasında İbn Teymiyye ile paralel düşünmektedir) İbn Teymiyye'nin tersinden propagandasını yapmak ve küresel emperyalizmin işgallerine karşı direnç ruhunu ve cihad şuurunu kırmak.
3. İslam dünyasının "düşman tasallutu" karşısında yeri geldiğinde eli silah tutan herkesin seferber olması hadisesiyle tanışması İbn Teymiyye ve Moğol istilasıyla başlamış değildir. Öncesinde, asırlardan beri süren bir "Haçlı tasallutu" vardır ve İslam dünyası bu tasalluta karşı topyekün direnmiştir. Dolayısıyla meseleyi "İbn Teymiyye ve Moğol istilası" başlığına sıkıştırıp, İslam dünyasında Haçlı tasallutuna duyulan tepki ve nefretin, aynı tasallutun çağdaş versiyonuna da gösterilmesinin önüne geçilmesini dolaylı da olsa mümkün kılmak...
Her hal-u kârda bizim gündemimize bu meseleyi sokanlar bir şeyler umuyor ve umduklarını elde ediyor. Söz konusu fetvayı "devre dışı" bıraksalar da bırakamasalar da, bizim gündemimize böyle bir mesele hediye etmiş oluyorlar: İbn Teymiyye devre dışı bırakılırsa, geri kalanlarla küresel emperyalizm anlaşabilir!! Belki en büyük kazançları böyle bir düşüncenin kafalarda yer etmesini sağlamak olacak?!” Bu şeytani mantık, ılımlı İslam safsatasıyla sunulan gizli şirkin ve şeytaniyetin bir yansımasıdır.
İmgesel putperestlikten kurtulmak
Putkıran düşünür olarak anılan Nietzsche, "Putların Alacakaranlığında" kitabında insanın fıtratını dikkate almayan Batı zihniyetinin kurgusal aklı ile Putçu Hıristiyan mantığının, anarşizme ve nihilizme yol açtığına değiniyor. Bu Şeytani yaklaşımla insanın boşluğa atıldığını ve nefsani-hayvani duygular karşısında aciz bırakıldığını anlatıyor.
İçindeki putları kırarak Müslüman olan Kanadalı gazeteci ve yazar Fred A. Reed ise, "Parçalanmış İmgeler" kitabında, Suriye’yi örnek alarak, militan putkırıcılığın kökenlerine yolculuk yapıyor, Müslümanların düşünsel eyleminde putlaştırdığı nesneleri, özellikle siyaset arenasında putlaştırdığı zihniyet ve şahsiyetleri tarihsel bir süreç içinde değerlendiriyor. Halep, Hama, Humus, Şam gibi önemli beldeleri gezerek, yatay ve dikey seyahatler sırasında, geçmişin bugüne etkilerini net bir şekilde ortaya koymaya çabalayan yazar, bugünkü Suriye'yi geçmişle karşılaştırarak analizler yapıyor, Beşşar Esad'ı da Şam'ın son Cemal Paşa'sı olarak değerlendiriyor. Yazara göre, Emevilere tam zıt bir ideolojik yapılanma ve konumlanma içinde bulunduğu sanılan Esad hanedanlığı, aslında Şam'ın son Emevi hanedanlığıdır, dolayısıyla da Esad Hanedanlığı'nın bitişiyle birlikte İslam dünyasında başlayan putkırıcılık, Suriye'de de başlayacaktır.
“Hz. İbrahim'in balta darbesi gibi putları kırmanın yolunun, özellikle insanın iç dünyasında hakikat yolculuğuna çıkması ve önce kendi içindeki putları ve Din adına uydurulup tapınılan tağutları kırması gerekliliğinin” altını çiziyor.
İmgelere ve sahte simgelere ibadet edilmesini, şekilcilik ve taklitçilikten vazgeçilmesini, insanın ilahi olan hakikate ulaşmasının temel şartı olduğunu vurguluyor. Siyasi feraset ve dirayet sahibi olmayanların, semavi hidayetlerinin kararacağını belirtiyor.[10]
Şirkin tohumları olan nefsi arzularından sakınmak!
Mümin fıtratı Allah'ın rızasını arama üzerindedir, ama bir de hayatı boyunca içinde bulunacağı imtihanın gereği olarak, onun yanına "nefs" denen bir güç verilmiştir. Nefsi onun Fıtratının tam ters yönünde, hep küfre ve kötülüklere yöneltir. Nefs, aynı şeytan gibi, müminin samimiyetini ve iradesini denemek için Allah tarafından yaratılmış bir "negatif güç" yerindedir. Kuran'da Hz. Yusuf’un sözleriyle nefs şöyle tarif edilmektedir:
"Ben nefsimi temize çıkaramam. Çünkü gerçekten nefs, Rabbimin kendisini esirgediği dışında var gücüyle kötülüğü emredendir."[11]
Nefs "var gücüyle kötülüğü emreden" olduğuna göre, müminin sürekli olarak nefsine karşı uyanık olması gerekir. Nefs Allah'ın rızasının dışında alternatifler sunacak, bu alternatifleri süslü gösterecektir. Mümin, Allah korkusu sayesinde, nefsin bu “şaşırtıp-saptırıcı” özelliğine kulak vermeyecektir.
Nefsin insana teklif ettiği kötülüklerin başında ise Allah'a ortak koşmak, yani Kur’ani deyimle "şirk" gelir. Şirk, kısa tarifiyle Allah'ın yanında O'ndan başka bazı varlıkları da ilah kabul etmektir.
Bu tarifin üzerine, çoğu kişi, aslında şirk içinde olmalarına rağmen "biz Allah'tan başka ilah tanımıyoruz ki" diyebilir. Bu, onların "şirk"in ne olduğunu anlamamış olmalarından kaynaklanıyor. Zaten, Kuran'da bildirildiğine göre, Allah'ı ortak koşup şirk içinde olanların bir bölümü, bu durumlarını kabul etmemektedir.
Ancak hiç kimse bu konuda kendinden emin olmamalı, şirk içinde olmaktan Allah'a sığınmalıdır. Çünkü şirk, sıradan bir günah değildir. Allah diğer günah ve hataları affedebilir ama Kuran'da bildirdiğine göre, şirki asla affetmeyecektir:
"Gerçekten, Allah, kendisine şirk koşulmasını bağışlamaz. Bunun dışında kalanı ise, dilediğini bağışlar. Kim Allah'a şirk koşarsa, doğrusu büyük bir günahla iftira etmiş olur."[12]
Bu kadar büyük bir "günah ve iftira" olan şirk, insanın, Allah’a ait olan özellikleri kendi zihninde başka varlıklara vermesiyle başlar, oysa varlıklarda yer alan özellikler (güç, güzellik, zekâ vb.) onlara "ait" değildir: Allah tarafından geçici ve belirli bir süre için onlara verilmiştir. Bu özellikleri, bu varlıklara "ait" saymak, onları da Allah gibi varlığı kendinden olan bir ilah saymak demektir. Bu ise, bu söz konusu varlıkları Allah'ın ortakları sayıp, Allah'a ortak koşmak olarak tanımlanır.
Allah'ın bir ve tek olma vasfı, Kuran'da şöyle anlatılıyor:
"De ki: O Allah, birdir. Allah, Samed'dir (her şey O'na muhtaçtır, daimdir, hiçbir şeye ihtiyacı olmayandır). O, doğurmamıştır ve doğurulmamıştır. Ve hiçbir şey O'nun dengi değildir."[13]
Evet, Allah hiçbir şeye muhtaç değildir, ama her şey O'na muhtaçtır. Ve hiçbir şey O'nun dengi değildir. Bu inanç ve şuurdan uzaklaşıp “bazı varlıkların Allah'a muhtaç olmadığı” veya “kendi başına insanlara fayda ve zarar sağladığı” düşünüldüğü anda "şirk" başlar. O zaman, Allah'ın her şeyi kontrol edemediği, O'na muhtaç olamayan bazı varlıkların O'ndan bağımsız olarak davranabildiği gibi bir inanç doğar. Böyle varlıkların olduğu zannedilince, Allah'tan başka bir de onlardan yardım umulmaya, onların rızası aranmaya, onların kuralları kutsal sayılmaya başlanır.
Oysaki Allah'a şirk koşmayan müminler, tüm gücün O'nun elinde olduğunu bildiklerinden yalnızca O'na yönelmektedirler:
"Biz yalnızca Sana ibadet eder ve yalnızca Sen'den yardım dileriz."[14]
Şirk koşanlar ise aslında kendilerine yardıma güç yetiremeyecek varlıklara yönelmektedirler. Çünkü ilah olarak kabul ettikleri de kendileri gibi aciz kullar ve yaratıklardır:
"Kendileri yaratılıp dururken, hiçbir şeyi yaratamayan şeyleri mi ortak koşuyorlar? Oysa (bu şirk koştukları güçler ve nesneler) ne onlara bir yardıma güç yetirebilir, ne kendi nefislerine yardım etmeğe.
Onları hidayete çağırırsanız size uymazlar. Onları çağırırsanız da, suskun dursanız da size karşı (tutumları) birdir. Allah'tan başka taptıklarınız sizler gibi kullardır. Eğer doğru iseniz, hemen onları çağırın da size icabet etsinler."[15]
Dolayısıyla şirk hem büyük bir iftira, hem büyük bir aldanma, hem de büyük bir akılsızlıktır. Bir başka ayette şirk koşanların ne kadar büyük bir akılsızlık içinde oldukları şöyle tarif ediliyor:
"Ey insanlar, (size) bir örnek verildi; şimdi onu dinleyin. Sizin, Allah'ın dışında tapmakta olduklarınız -hepsi bunun için bir araya gelseler dahi-gerçekten bir sinek bile yaratamazlar. Eğer sinek onlardan bir şey kapacak olsa, bunu da ondan geri alamazlar. İsteyen de güçsüz, istenen de. Onlar, Allah'ın kadrini hakkıyla takdir edemediler. Şüphesiz Allah, güç sahibidir, azizdir."[16]
Şirk, değişik şekillerde ortaya çıkar. Allah'tan başka varlıklar ilah olarak kabul edildiği için, onların rızası aranmaya başlanır. Onlardan medet umulur ve onların hükümleri kabul edilir. Böylece insan, kendisini milyonlarca hayali ilahın boyunduruğuna sokmuş olur. Aynı kendisi gibi aciz varlıklardan medet umar. Artık büyük bir çıkmaz ve "zulüm" içindedir. Çünkü "...şüphesiz şirk, gerçekten büyük bir zulümdür."[17] Ama kendi kendine zulmetmektedir. Çünkü "Şüphesiz Allah, insanlara hiçbir şeyle zulmetmez. Ancak insanlar, kendi nefislerine zulmediyorlar."[18]
Dini yalnızca Allah'a halis kılarak kulluk yapmak
Mümin; şirk bataklığından Allah'tan başka hayali ilahlardan medet ummaktan, onların rızasını aramaktan ve onların boyunduruğu altına girmekten arınmıştır. O, yalnızca Allah'a kulluk eder. Allah'ın rızasını arar.
Bunu, az önce belirttiğimiz gibi "Allah yolunda ciddi bir çaba" göstererek yapacaktır.
Allah yolunda "ciddi bir çaba" göstermenin anahtarı ise, Allah rızasının en çoğunu aramaktadır. Mümin önünde hepsi de meşru olan bir kaç seçenek birden bulduğunda, kendisine Allah'ın rızasını en çok kazandıracak olanını seçmelidir.
Allah rızasının en çoğunu aramayı kısaca şöyle tanımlayabiliriz:
Müminin hayatının tümü "helal dairesi" içinde geçmelidir. Haramlar açıkça belirtilmiştir ve oldukça az sayıdadır. Bu belli haramların (içki içmek, zina etmek vs.) dışında, bütün fiil ve tavırlar söz konusu helal dairesi içindedir. Ama mümine düşen, helal dairesi içinde de, kendi akıl ve "basiret"ini kullanarak, “Allah'ın rızasının en çoğunu aramaya” yönelmesidir. Bununla ilgili olarak "infak" (Allah yolunda harcama yapma) iyi bir örnek olabilir. Mümin, "malını ve canını" Allah'a satmıştır. Elindeki imkânları O'nun rızasına uygun bir biçimde değerlendirmelidir. Ama bunu yaparken karşısına değişik alternatifler çıkabilir. Örneğin elinde yüklü miktarda bir para olduğunu düşünelim. Bununla kendine yeni bir giysi alabilir. Bu helal ve gayet meşru bir harekettir; üstüne başına bakması, temiz ve güzel bir görünüm içinde olması Allah'ın rızasına uygundur. Ama bu parayı kullanabileceği ve Allah'ın rızasını daha da çok kazanmaya vesile olabilecek başka bir yer olabilir. Örneğin, bu parayı kendisinden daha acil bir ihtiyaç içinde olan bir mümine vermekte, ya da bu parayı dinin menfaatleri için son derece önemli bir çalışmaya aktarmakta, Allah'ın rızası çok daha yüksektir. Allah rızasının en çoğunu bulmak için gerekli olan kıstas, Allah'a iman etmenin ve "müminlerden'' olmanın kişiye yüklediği sorumluluğun neyi gerektirdiğidir. Mümin "iyiliği emredip, kötülükten men etmekle", Allah'ın dinini tebliğle, yeryüzündeki zorbalara karşı mücadele vermekle sorumludur. Allah'ın rızasını, bu büyük ve sonu mutlaka zaferle bitecek olan davayı sırtlanmakla kazanır. Bu dava, her zaman için bazı öncelikli hizmetler ortaya çıkarır. Örneğin İslam'a yapılan fiili bir saldırı sonucunda ortaya çıkan bir savaşta, mümin savaşmakla yükümlüdür. Savaşmak yerine, örneğin "ben oturup evimin ihtiyaçlarını karşılayacağım, bunda da Allah'ın rızası var" diyemez. Çünkü Allah'ın rızası "en çok" savaşmaktadır. Bunu terk etmek Allah'ın rızasına yine uygun bir başka meşru eylem için de olsa, aslında Allah'ın rızasını aramamak anlamına gelir.
Böyle bir durumda Allah katında değeri az olan bir şeyi seçen kişi ne yapmış olur? Düşündüğümüzde değeri az olan şeyi tercih etmede "nefs"in etkili olduğunu görüyoruz. Allah katında değeri az olan şeyi tercih etmek, aslında Allah'ın rızasını gerçekten istememektir.
Bu, insanın nefsine ayırdığı bir "pay" yüzünden olur. "Allah'ın rızasını kazanayım, ama nefsimin şu isteğine de ters düşmeyeyim" gibi bir mantık, hem Allah'a hem de nefse bir pay ayırmaktır. Bu ise, İslam'ın temeli olan "yalnızca Allah'a kulluk etmek" prensibine tümüyle aykırıdır. Kuran nefsi arzularına göre hareketi, Allah'a şirk koşmak olarak tanımlar:
Kendi istek ve tutkularını (hevasını) ilah edineni gördün mü? Şimdi ona karşı sen mi vekil olacaksın?[19]
Mümin, tüm varlığını ve hayatını Allah'a adar. Malını, canını, hayatını ve ölümünü yani her şeyini Allah'a adamıştır
"De ki: 'Şüphesiz benim namazım, ibadetlerim, hayatım ve ölümüm alemlerin Rabbi olan Allah'ındır'."[20]
Herhangi bir şeyi kendi "nefsi" ya da başka bir "yalancı ilah" için ayırması söz konusu değildir. Böyle bir ayırıma gidenler, Kuran'da şöyle tarif ediliyor:
"O'nun üretip-türettiği ekin ve hayvanlardan Allah için de bir pay ayırdılar, sonra kendi zanlarınca: 'Bu Allah'ındır, bu da ortaklarımızındır' dediler. Kendi ortakları için olan (pay), Allah tarafına geçmez, ama Allah'a ait olan kendi ortaklarının tarafına (payına)geçer. Ne kötü hüküm veriyorlar?"[21]
Kuran'da Allah'ın rızasının en çoğunun aranması ile ilgili olarak anlatılan olaylardan biri, müminlerin peygamber dönemindeki bir cihatta gösterdiği tutumdur. Buna göre, müminler karşı karşıya oldukları iki ayrı düşman topluluğundan daha güçsüz olanla çarpışmak istemişlerdi. Oysa Allah'ın rızası, en zora talip olup, düşmanın güçlüsüyle savaşmayı gerektiriyordu:
"Hani Allah, iki topluluktan birinin muhakkak sizin olacağını vaadetmişti; siz de güçsüz olanın sizin olmasını istiyordunuz. Oysa Allah, sözleriyle hakkın ve inkâr edenlerin arkasını kesmek (kökünü kurutmak) istiyordu. O, suçlu-günahkârlar istemese de, hakkı gerçekleştirmek ve batılı geçersiz kılmak için (böyle istiyordu.)"[22]
Birçok ayet, belli bir hükmü uygulamanın müminler için "daha hayırlı" olduğunu bildirir. Örneğin:
"Sadakaları açıkta verirseniz ne iyi; fakat gizleyip fakirlere verirseniz bu, sizin için daha hayırlıdır."[23]
Malını ve canını Allah'a satmış olan müminin, daima "daha hayırlı" olan eylemi tercih edeceği açıktır.
Bu arada hatırlatmak gerek: Aslında "Allah rızasının en çoğu" ifadesini, konuyu açıklamak için kullanıyoruz. Allah rızasının en çoğundan yüz çevirip, ikinci dereceden bir işle ilgilenmek, Allah'ın rızasına aykırıdır. Dolayısıyla zaten Allah'ın rızasının ancak en çoğu, Allah rızasıdır.
Burada önemli bir ilâhi sırra da değinmek gerekir: imanı sevmek ve onun insana getirdiği maddi ve manevi lezzetlerden zevk alabilmek, küfürden ise nefret edip onu çirkin görmek, her ne kadar doğal görünseler de aslında tamamen Allah’ın lûtfu sayesinde kavuşulan nimet ve meziyetlerdir. Allah bu metafizik durumu bir ayette şöyle bildirir.
“... Ancak Allah size imanı sevdirdi, onu kalplerinizde süsleyip-çekici kıldı ve size inkârı, fıskı ve isyanı çirkin gösterdi. İşte onlar, doğru yolu bulmuş (irşad) olanlardır.”[24]
Buna karşın Allah, bu büyük lütuf ve ihsanının değerini onlara göstermek için aynı durumun tersini küfür için yaratmıştır. Bunun sonucunda ise inkârcılar imanın içerdiği güzellikleri “mucizevî bir biçimde” göremez, aksine cahiliyenin; pis, karanlık, sıkıntı verici sisteminden zevk alırlar. Teknik ifadeyle, algılarında bir bozukluk vardır. Bu tesadüfen oluşmuş bir bozukluk değildir; Allah tarafından özel olarak yaratılmıştır. Allah, küfür sisteminin içerdiği tüm pislikleri ve kötülükleri, inkârcılar için “süslü” kılmıştır. Kuran bu sırrı şöyle haber verir:
“Şimdi Rabbinden apaçık bir belge üzerinde bulunan kimse, kötü ameli kendisine ‘süslü ve çekici gösterilmiş’ ve kendi heva (istek ve tutku)larına uyan kimseler gibi midir?”[25]
Küfrün önde gelenleri arasında bu süslü ve çekici görme olayı öyle boyutlara varmıştır ki bunu adeta yaşam felsefesi haline getirmişlerdir. Örneğin Masonlar kendi kaynaklarında pislik ve rezillikten zevk alanları şöyle savunurlar:
“Köpek için kemiğin, domuz için dışkının çekici bir tadı olmasaydı, onlar bu maddelerle karınlarını doyurmak isterler miydi? Rezilliklerin her çeşidinden ayrı bir tad alan güçlü kişileri ayıplamayınız.”[26]
Görüldüğü gibi, eğer insan imanın verdiği açık ve berrak ruh haline ulaşamazsa, cahiliyenin karanlık ve tiksinti verici dünyasını “süslü ve çekici” bulmaya, o dünyaya karşı içinde bir eğilim hissetmeye başlar. Hayatın her anına müdahale eden, insan zihninin her noktasını etkisi altına alan cahiliye sistemi, müminlerin arasına yeni katılmış ya da müminlerin arasında olup da gerçek bir imani olgunluğa ulaşamamış kimseleri de olumsuz yönde etkileyip onlara zarar verebilir. Zayıf imana sahip kişi böyle bir yara aldığı takdirde müminlerin elindeki büyük nimetleri bırakarak, cahiliyedeki basit ve aldatıcı bazı “süs”lere saplanabilir.
Bilinçaltında cahiliyeden kalmış bir takım, duygusallık, maceracılık, gösteriş yapma arzusu gibi nefsanî eğilimleri küfrün arasında tatmin etme arayışları da, kişiyi zamanla inkârcıların arasına iten etkenlerdendir.
Özet olarak yapılması gereken,
1-     Cahiliye toplumunu tam olarak terk etmek,
2-     Ona hiç bir şekilde eğilim göstermemek
3-     Bilinçaltındaki cahiliye kırıntılarını köklü olarak temizlemektir.
Zayıf imanlı kişinin küfür ortamına eğilim göstermesinin nedenlerini anlamak
Müminlerle birlikteymiş gibi göründüğü halde inkârcıların bulunduğu ortamlara eğilim gösteren kişiler her devirde, her Müslüman topluluğunun arasından çıkmıştır. Bu tür kimseleri üç gruba ayırabiliriz:
1- Mümin olup, yaşamını da Kuran’a göre düzenlediği halde hata ve gaflet sonucu geçici olarak bu tür bir eğilim gösteren kimseler;
2- İslam diniyle yeni tanışıp da bilgi eksikliği nedeniyle Kur’ani yaşam tarzına tam olarak uyum gösterememiş, eski hayatından henüz gerçek manada kopamamış kimseler;
3- Uzunca bir süredir müminlerle birlikte olduğu halde hayatını ve düşünce yapısını Kurani ölçülere göre düzenleyememiş, imani derinliği elde edememiş ve nefsinin kontrolünden çıkmayı başaramamış zayıf iradeli kişiler.
Bunlardan birinci gruba dahil olanlar, anlık olarak nefslerine uymaları sonucunda böyle bir hataya düşerler. Ancak uyarıldıktan ve yaptıkları hata kendilerine tarif edildikten sonra, tevbe edip Allah’tan bağışlanma dilerler. Aynı hatayı tekrarlamaktan da kaçınırlar. İkinci gruptakiler ise İslam’la yeni tanışmışlardır ve dolayısıyla henüz eğitim aşamasındadırlar. Bu nedenle, samimi oldukları takdirde, gerekli dini bilgiyi edindikten sonra bu tür hataları tekrarlamamaları umulabilir. Ancak içinde bulundukları geçiş aşamasını bir fırsat olarak görmeye, kendilerine gösterilen esnekliği istismar etmeye çalışırlarsa, Allah katında son derece kötü bir konuma düşecekleri de kesindir.
Bu gruplar arasında ahiretleri açısından en tehlikeli konumda olanlar üçüncü gruptakilerdir. Bunlar o kadar zaman içerisinde edindikleri onca bilgiye, müminler arasında geçirdikleri uzun süreye rağmen, hala Kuran’da tanımlanan ihlâslı ve samimi mümin modeline kavuşamamışlardır. Bu nedenle de şeytanın ve nefslerinin kışkırtmalarına son derece açıktırlar. Ne yanlarında bulunan müminlerdeki güzel örneklerden istifade eder, ne de kendi hatalarından ibret alırlar. Çoğunlukla da kendilerinin haklı ve doğru yolda olduklarını zannedip, düzelmeyi, öğüt almayı gerektirecek bir durumları olmadığını sanırlar.
Üç gruba ayırdığımız bu kişileri küfür ortamlarına girmeye ve küfürle birlikte olmaya yönelten de işte, nefslerinde barındırdıkları bu pislikler ve bunlardan kaynaklanan hastalık ve bozukluklardır.
Algı ve mantık bozukluğu: küfrün “süslü ve çekici” kılınmasında Şeytanın yöntemleri
İnsanı müminlerin arasından küfrün çirkin ortamına girmeye yönelten sebeplerin en önemlisi girişte de bahsettiğimiz “algı ve mantık bozukluğu”dur. Allah, tam anlamıyla iman eden, kendisine hiçbir şeyi ortak koşmayan samimi müminleri hem dünyada hem de ahirette rızasına, rahmetine ve nimetine kavuşturacağını Kuran’ın pek çok yerinde belirtmiştir.
Aynı şekilde, Hz. Nuh, Hz. İbrahim, Hz. Musa gibi birçok peygamber de kavimlerinin inkâr edenleriyle bir süre mücadele ettikten sonra kendilerine tâbi olan salih müminlerle birlikte onlara üstün gelmişler, onların ardından yeryüzüne mirasçı (iktidar sahibi) oluvermişlerdir.
Allah böylece, önceki nesillerden örnekler verirken bugün yeryüzünde yaşayan salih müminleri de müjdelemektedir. Samimi ve ihlâslı müminler de Allah’ın bu vaadinin gerçekleşmekte olduğuna bizzat yaşayıp şahitlik etmektedirler. Bir yandan da Allah’ın sınırsız rahmetini daha da yayıp genişletmesini ummaktadırlar. İşte gerçekten iman etmiş halis müminler için Allah’ın yeryüzündeki kanunu budur, ahirette ise kendilerini çok daha üstün, hayırlı ve süreklisi beklemektedir.
Hal böyleyken bir kişinin, müminlere verilen bunca nimet ve bolluğa, rahmet ve berekete, seçkinlik ve üstünlüğe, yaşayarak şahit olduğu halde, küfrün tiksinti verici ortamlarına özenmesi, onların arasına girerek nefsine bir takım ucuz tatmin yolları araması onun iman boyutundan çok daha başka bir boyutta olduğunun göstergesidir. Böyle bir kişinin aklının tamamen örtüldüğü, iyiyi kötüden, doğruyu yanlıştan, güzeli çirkinden ayırt edemeyen, bütün algıları bozulmuş, şuuru kapanmış birisi haline dönüştüğü ortadadır. Zira küfrün bütün o olumsuz özelliklerine, Allah’ın nezdindeki durumuna rağmen, küfürde hala süslü, çekici, cazip bir yön bulması, şeytanın yandaşları olan inkârcıları kendisine yakın görmesi ve onlarla birlikte bulunmaktan bir rahatsızlık duymaması şaşırıp sapmışlığının açık bir göstergesidir.
Cahiliyeden bilinçaltında kalmış çeşitli istek ve komplekslerini tatmin etme arayışı
Cahiliyeden geldikten sonra geçmiş hayatını kökünden silip, “binasının temelini Allah korkusu ve hoşnutluğu üzerine” kuramamış bir insan, bilinçaltında hala cahiliyeye ait bazı karakter özellikleri ve eğilimler taşır. Bu insan, aslında cahiliye toplumunun putlarını kalbinden bütünüyle söküp atamamış, yalnızca bunların üstünü örtmüştür. Dolayısıyla, söz konusu putların rağbet gördüğü cahiliye ortamına karşı içten içe bir özlem duyar. Çünkü bu putlarını tatmin edebileceği yegâne ortam bu küfür ortamıdır. Bu ortamın ürünü olan; gece hayatı, romantizm, flört psikolojisi, maceracılık, kabadayılık ruhu gibi psikolojiler, güzellik ve zenginliğiyle övünme, gösteriş yapma gibi ilkel zevkler, uygun ortamı bulunca tekrar su üstüne çıkarlar.
Bu tür bir insan, bilinçaltında taşıdığı bu cahiliye karakterini zaman zaman bilinçüstüne çıkarıp bunu uygulayabileceği uygun ortamlar kollar. Bu ortamların müminlerin bulunduğu ortamlar olamayacağı açıktır. Geriye kalan ise küfür ortamından başkası değildir. Özellikle imanla yeni tanışmış kimselerin bir kısmının bilinçaltlarında cahiliye döneminden taşımış olabilecekleri özellikleri, şu başlıklar altında inceleyebiliriz:
Kendindeki bazı özelliklerden ötürü övünme, gösteriş yapma, insanlardan ilgi görme arzuları
Eski hayatlarında sahip oldukları bir takım maddi ve fiziksel özelliklerinden dolayı çevresindekilerin ilgi ve iltifatlarına alışık olan kimseler İslam’la tanıştıktan sonra, kimi zaman, müminlerden de bu ilgi ve iltifatları bekleyebilirler. Ancak, kendilerindeki bu-güzellik, yakışıklılık, popülerlik, zenginlik, sosyal statü, makam-mevki, vb. gibi - özelliklerden dolayı dışarıda gördükleri ilgi, iltifat ve hayranlığı müminlerin arasında aynı anlamda göremezler. Müminlerin övgü ve iltifatları şahsın kendisine değil, onda tecelli eden bu özelliklerin gerçek sahibine, yani Allah’a olacaktır. Kuran’a göre, “... Allah, hiç bir şeye ihtiyacı olmayandır, övülmeye layık olandır”[27] Dolayısıyla ne müminlerin, ne de İslam’ın kimsenin güzelliğine, zenginliğine, zekâsına, kariyerine ya da sosyal konumuna ihtiyacı yoktur. Müminler, insanları bu tür özelliklerine göre değil, takvalarına göre değerlendirirler. İnsanların değil ancak Allah’ın rızasını gözetmekle emrolunmuşlardır.
İnsanın övünmek, gösteriş yapmak için mutlaka belirgin fiziksel, maddi ya da sosyal özelliklere sahip olması da gerekmez. Her insanın nefsinde, herhangi bir konuda insanlara karşı hava atma, gösteriş yapma, övünme eğilimi potansiyel olarak mevcuttur. Nefsin fücurları arasında yer alan bu “övünme” duygusunu Allah, dünya hayatının ahirete bakmayan boş, aldatıcı, oyalayıcı, göz boyayıcı yüzünün özellikleri arasında sayar:
“Bilin ki, dünya hayatı ancak bir oyun, ‘(eğlence türünden) tutkulu bir oyalama’, bir süs, kendi aranızda bir övünme (süresi ve konusu), mal ve çocuklarda bir ‘çoğalma-tutkusu’dur...”[28]
Meraklı ve maceracı yaşam takıntıları
İmanı tam olarak kalbine yerleştirememiş olanların bazıları da, cahiliyeden taşıdığı tatilci ve maceracı ruhu yaşatabilmek, heyecan ve yenilik aramak için küfrün arasına karışmaya fırsat kollar. Bu tip kimseler huzursuz, fırtınalı bir ruh haline sahip olduklarından, müminlerle rahatça bir araya gelebilecekleri ortamlarda daralıp rahatsız olurlar. Her fırsatta bir bahane bularak kendilerini dışarı atarlar. Cahiliyenin, Cumartesi şuraya gidilir, Pazar günü şöyle yapılır gibi klasik hafta sonu ya da tatil sendromları da bu zihniyetin bir parçasını oluşturur.
Bu psikolojiye giren insan, kendisini, yaz geldiğinde tatile gitmek ya da hafta sonu olduğunda eğlence yerlerine sürüklemek yönünde şartlamıştır. Bunu büyük bir hedef haline getirir ve bu hedefe ulaşmadıkça da rahatlayamayacağını düşünür. Oysa gerçek bir müminin böyle zaafları yoktur. Çünkü onun için en büyük hedef, Allah’ın rızasını kazanmak, O’na yaklaşmak, O’na kul olmanın lezzetini yaşamaktır. Dünyevi zevkler, yalnızca Allah’tan gelen birer nimettir. Allah dilerse bunları verir, dilerse geri tutar. Müminin bundan dolayı sıkıntı duyması, strese girmesi yakışık almaz. Kalbi, dünyevi maceraların, basit kaçamakların, küçük zevklerin heyecanı ile değil, Allah’ın zikrinin, O’nu bilmenin heyecanı ile doludur. O, olabilecek en büyük nimeti, Allah’ın rızasını kazanmaktadır, dolayısıyla en büyük huzura ve tatmine ulaşmaktadır. Allah, kitabında müminlerin bu vasfını şöyle bildirir:
“Bunlar, iman edenler ve kalpleri Allah’ın zikriyle mutmain olanlardır. Haberiniz olsun; kalpler yalnızca Allah’ın zikriyle mutmain olur.”[29]
Kabadayılık ruhunu yaşatma çabaları
İmanı kalbine yerleştirememiş olan kişi, müminler arasında asla kabul görmeyecek olan delikanlılık ruhunu da ancak küfür arasında yaşatabileceğine, bu ruhu küfürle birlikte paylaşabileceğine kanaat getirir ve küfrün bulunduğu ortamlara meyleder. Geçmiş hayatından üzerinde kalan ve müminlerin arasında onay görmeyeceğini bildiği; kavgacılık, saldırganlık, alaycılık, şiddetten zevk alma gibi ilkel, yabani içgüdülerini bu ortamda tatmin etmeye çalışır. Futbol maçlarına giderek fanatik ve saldırgan tavırlar sergilemek, bağırıp çağırıp kavga çıkarmak, kargaşa ortamlarından hoşlanmak bunun en yaygın örneklerindendir.
Etrafımızdaki cahiliye toplumunu gözlemlediğimizde, bu saldırgan, küstah, vahşi, kaba insan modelinin farklı türlerini rahatlıkla görebiliriz. Kuran da bu insan modelini, “yemin edip duran, aşağılık... Hayrı engelleyip sürdüren, saldırgan, olabildiğince günahkâr, zorba-saygısız, sonra da kulağı kesik...”[30] ifadeleriyle tarif eder. Böyle bir karakter yapısını koruyan bir insan, kendisine ne kadar “Müslüman” derse desin, sonuçta cahiliye toplumunun bir parçasıdır. Müslümanlığı da, Müslümanlığıyla övünmesi de, takım tutma, taraftarlık zihniyetinin bir uzantısından başka bir şey değildir. Bu nedenle, müminlerle değil, inkârcılarla, kendisiyle aynı ruhu paylaşanlarla birlikte olmaya eğilim göstermesi son derece normaldir.


Buraya kadar maddeler halinde sıraladığımız nefsani eğilimlerin kaynağı, konunun başında da vurguladığımız gibi, insanın iman etmeden önce sahip olduğu ve tam anlamıyla yok edemediği cahiliye kırıntılarının tekrar su yüzüne çıkmasıdır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder